31 Mart 2010

Gafların Üstadı Tansu Çiller

Türkiye'nin ilk kadın başbakanı Tansu Çiller siyasi hayatı boyunca o kadar gaf yapmış ki insan hayret ediyor.


Cenab-ı Allah'ı size emanet ediyorum.
Haydar Ali Bey (Haydar Aliyev için)
Sevgili Zeytinburunlular...

Bir afetten sonra: “Ölü kaybı olmamıştır.”
Mecliste: “Mesut Yılmaz iktidarsızdır.” (İstikrarsızdır ?)
Halka seslenirken: “Sizi birinciliğe çıkarayım mı?”
Gökhun Yazıtları (Göktürk Yazıtları?)
Mübarek kurban şeker bayramınız kutlu olsun.
Deccal değil Yılmaz olsan ne farkeder? (Yılmaz değil deccal olsan ne farkeder demek istiyor.)
Bu hükümet açıkça bir halüsü... hasülü... halasü... hasüsü...(halüsinasyon demeye çalışıyor)
Samsunlulara: “Merhaba Antalyaa”
Boğazlıyan Kaymakamı’na: “Boğazlanan kaymakam”
Çekici güç (Çevik güç)
Güvenlik oyu (Güvenoyu)
Türkiye’nin on metropolünden biri olan Samsun’da: “Burayı büyükşehir yapacağızdır.”
Taocu muhalefet (Maocu)
Trabzon’u Akdeniz’in incisi yapacağım.
Afyonlulara: Sevgili Şebin Karahisarlılar
Sayın Haydar Alibey, (Haydar Aliyev ve elçi bey karışımı)
Tansu Çiller halka sesleniyor:
-- Kırat’ın yemini verecek misiniz? (Oy istiyor.)
---Vereceğiiiiiz.
---Biz de sizin yeminizi vereceğiiiz.

Zengin edeceğim sizi zengin !
Aç kalmayacaksınız !
Ekmek değil, pasta yiyeceksiniz !
Bu Ramazan sesleri semalarımızdan hiç gitmesin diye bize oy verin! (Ezan hakkında)Allah’ı size emanet ediyorum.
Sivas’ta yaptığı miting konuşmasında: “Bu bacınız sizi il yapsın mıııı”
Anlayana davul zurna saz, anlamayana sivrisinek

Devlet ekonomiyi düzeltmek için becelleşiyor.

Madımak Katliamı'ndan sonra: "Otelin etrafındaki vatandaşlarımıza hiçbir şey olmamıştır.

Sekiz yıl Özal’a verdiniz, onun iki yılını ananıza verin, o zaman Türkiye şahlanır.

Ezan kurslarını kapattılar.
Merhaba asker (belediye zabıtalarına seslenirken)


Bu halisünasyon olayı gerçekten çok komik. Bir keresinde radyoda dinlemiştim. Bir de 'ana' sloganı şimdi çok ilginç geliyor. Çocukluğumda hatırlıyorum, ben oyumu anaya vereceğim derlerdi ya da hocaya. Geçti o günler.

Sinema:Operation-Walkyrie


Birgün darbe yapan birilerini destekleyeceğime hiç inanmazdım. Tom Cruise’un başrolünde olduğu 2008 yapımı Operation-Walkyrie bir grup Alman subay ve komutanların Führer’e karşı uyguladıkları darbe girişimini anlatıyor. Normalde bu film beni hiç sarmazdı, zira tarihi gerçekler Hitler’in filmde olduğu gibi 1944’te bir bombalı saldırıda öldürüldüğünü değil, 1945’te kendi ofisinde intihar ettiğini anlatıyor. Başarısız olacağını bildiğim öyküler ya da mutsuz sonla biten filmler izleyiciyi kendine çekmekte zorlanır. Ancak filmin akışı o kadar başarılıydı ki; Hitler’in o saldırıda öldüğüne inandım. Quentin Tarantino Inglorious Basterds’ta Hitler ve kurmaylarını Paris’te bir tiyatroda cayır cayır yakıyordu bu da öyle olabilirdi, ama ne yazık ki değilmiş.




Ortalamanın üstünde bir film sayılabilir. Özellikle Yahudi meselesine hiç girmemeleri çok güzel olmuş. Yine de 2. Dünya Savaşı Almanya’sını anlatan filmler bana iyice sıkıcı gelmeye başladı.

25 Mart 2010

Okudukça : Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı


Yaşayan en büyük yazarlarımızdan olmasına rağmen muhafazakar kesimden çıktığı için bir türlü geniş kitlelerce görülmeyen/görülmek istenmeyen yazar Mustafa Kutlu yıllardır her sene içinde bir hikaye kitabı yayılıyor. Yazarın son eseri Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı 2009’da çıktı. 7 ay gecikmeyle de olsa bu kitabı okumuş bulunuyorum. Birkaç gün önce Boğaziçi Kütüphanesi’nden almıştım, bitirmek yine 59 RS’ye nasip oldu.


Bu kitap Mustafa Kutlu’nun kitaplarından okuduğum altıncısı oldu. Yavaş yavaş favori yazarlarımdan biri haline geliyor. Daha önce okuduğum kitaplardan Uzun Hikaye ve Sır’ı unutamıyorum, çok etkileyiciydiler.

Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı hüzünlü bir kitap. Yalnız bir adamın, kaybolan zanaatını (ciltçilik), kitaplarla olan dostluğunu ve amatörce dergi yayınlama macerasını anlatıyor. Kıyıda köşede kalmış yalnız adam yine yıllarca kıyıda köşede kalıp devletin unuttuğu eski bir devlet dairesinde hayata gözlerini yumuyor. Okurken kendimden birşeyler buldum. Kahramanın kitap toplama hastalığı , daha doğrusu kitap sevgisi birazcık bende de var.Şu an Kütahya’daki evimde yaklaşık 300 kadar kitap var. Öğrencilik ve gurbette yaşama daha fazlasına mani oldu. Kitaptan çok hoş bir diyalog:

-“Ee, mirim, size söylemiştim; ya hanım, ya kitap; birini tercih edeceksiniz.”
-“Olmuyor efendim, olmuyor. Birini tercih etsem öteki darılıyor.”
[...]
-“Sami, evladım. Sen ki bir ciltçinin oğlusun. Sahafların müdavimisin; kâğıt kokusu, kitap kokusu arasında büyüyorsun. Sonunda herhalde aramıza karışacaksın. Kulağına küpe olsun. Kitap aşkı başka sevda kaldırmaz. İki karpuz bir koltuğa sığmaz. Sığdırmaya kalkışırsan işte bu bey gibi ömrün ıstırapla geçer.”




Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı eski kültürümüzü yansıtması yönüyle Tanpınar’ı, kahramanın yalnızlığı ve gazetelerden haber kesmesiyle Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fahim Bey’ini hatırlatıyor. Ancak daha çok Mustafa Kutlu’nun hayat hikayesinden izler var gibi. Evdeki kitaplar dolayısıyla hanımı ile kavga eden pekçok yazar vardır. Ahmet Turan Alkan’ın buna benzer bir yazısını hatırlıyorum. Mustafa Kutlu da Tahir Sami’yi yazarken kendisinden pekçok şey eklemiş olmalı. Örneğin dergicilik meselesi. Şu günlerde kendisinin çıkardığı Dergah Dergisi 20. Yılını kutluyor, ama maalesef pekçok edebi dergi gibi çok sınırlı sayıda müdavimi var.

Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı çok güzel bir kitap, herkese tavsiye ederim.

24 Mart 2010

Sinema: Shadow of a Doubt-Şüphenin Gölgesi(1943)



Yaklaşık bir ay önce Beyoğlu Mephisto’dan 2.90 liraya satın aldığım Alfred Hitchcock’un Shadow of a Doubt filmi beklediğimin aksine çok güzel çıktı. Bu kadar ucuz bir orijinal DVD’den açıkçası böyle bir film beklemiyordum ancak sırf Alfred Hitchcock ismi beni almaya yönlendirmişti.

Ünlü yönetmenin en sevdiği filmi olan eser harika bir sürükleyiciliğe sahip. Filmin pekçok yeri insanı şaşırtıyor. Oyuncuların hepsi de rollerinde çok başarılılar. İnsan yan rollerdeki karakterlere bile hayran kalıyor. Ama filmin en etkileyici oyunculukları başroldeki adaş Charlieler; Teresa Wright ve Joseph Cotten.

Film 1940larda bir Amerikan kasabasında geçiyor. Tekdüze ve sıkıcı bir hayat yaşayan tipik bir ailenin genç kızı Charlie, annesini ve kendisini neşelendirmek için çok sevdiği ve ruh ikizi olarak gördüğü dayısı Charlie’yi kasabaya davet eder. İlginç bir şekilde aynı ada sahip dayı da aynı anda kasabaya gelmiştir. Bu garip tesadüf Charlie’yi ve annesini çok mutlu eder.

Dayının etrafında mutlu günler geçirmeye başlarlar. Ancak genç ve yakışıklı dayı bir süre sonra yeğenini şaşırtmaya başlar. Garip davranmaktadır. Bu arada tipik Amerikan ailesi röportajı bahanesiyle aileyi ziyarete gelen memurların birisi ile duygusal yakınlık kuran yeğen Charlie, bu memurların dedektif olduklarını ve dayısını takip ettiklerini öğrenince şok geçirir. Dedektifler onun suçlu olduğunu bilmemektedirler ancak dayısının kendisine hediye ettiği yüzüğün sahibinin bir cinayete kurban gittiğini gazetede okuyan Charlie artık dayısının masum olmadığını bilmektedir. Başarılı bir işadamı görüntüsü veren ve kasabanın sevgilisi haline gelen genç, yakışıklı , cömert Charlie Dayı aslında zengin dul kadınları öldürüp paralarını alan bir seri katildir. Suçunu kanıtlayan tek şey yeğenine hediye ettiği yüzüktür. Genç kız ve dayı arasında aileye çaktırmadıkları inanılmaz bir mücadele başlar, yeğen annesi bunu öğrenmeden onu kasabadan ayrılmasını sağlamaya çalışırken, dayı suçunu bilen tek kişi olan yeğenini öldürmeye çalışmaktadır.

Filmi daha fazla anlatmayayım ama şunu söyleyeyim ki çok zor tahmin edilebilecek bir sonla bitiyor.



Bu arada ailenin babası ve onu her akşam ziyarete gelen arkadaşı film boyunca birbirlerini kaza süsü verip hiç ipucu bırakmadan nasıl öldürebileceklerine dair senaryo üretmekle uğraşıyorlar. Bunu yaparken çok zevk alıyorlar . Bu kısım filmin çekici yanlarından birisi, herbiri diğerinden daha orijinal bir plan yapmaya çalışıyor. İşin ilginç yanı dayı, bu yöntemleri kullanmasa da daha orijinal yöntemlerle yeğenini öldürmeye çalışıyor ve adeta bu iki adamın yarışına dahil olup onları geride bırakıyor.

Ailenin küçük çocukları Ann ve Roger ise birer zeka küpü. Haftada en az iki kitap okumaya yemin eden Ann’i film boyunca kitap okurken görüyoruz. Çok sevimli bir ukalalığı olan bu minik kız daha çok kitap okuyabilmek için bir kütüphaneciyle evlenmeyi hayal ediyor. Roger ise bir matematik dehası, her gittiği yer ile ev arası mesafelerin ne kadar olduğunu ezbere biliyor.

Filmin en güzel yanlarından biri de müstehcenlik içermeden de mükemmel film yapılabileceğini göstermesi. Ailenizle izleyebileceğiniz (elbette çocuklar sıkılacaktır) müthiş bir siyah-beyaz klasik.

İşte Alfred Hitchcock böyle, daha ilk izlenen filmiyle insanı kendine hayran bırakıyor.

“Milli eğitimden nefret etmek”


Bir ilkokul öğrencisinin, okula 'gitmek' ile 'gönderilmek' arasındaki farkı politik bir gözle
değerlendirmesi herhalde pek mümkün değildir. Hele hele konunun 'bir şeyler öğrenmek' ya da 'adam olmak' gibi şeylerle pek ilgisi bulunmadığını fark etmesi imkansıza yakındır. Bu nedenle de, Kurtuluş Savaşı'nın gerçekte olduğundan çok daha farklı bir şekilde hikaye edilmesinin 'bilgilendirme' değil, 'eğitilme' kaygısından hareketle ortaya çıktığını, asıl amacın üzüm yemek değil, bağcı dövmek olduğunu anlayamaz. Maruz bırakıldığı pek çok şeyi 'marifet yaptığı' düşüncesiyle sorgulamadan yerine getirir. Her sabah 'rahat', 'hazır ol' gibi askeri komutlara düşünmeden itaat eder. Ardından da, yeminler ede ede varlığını, özünden çok sevdiği Türk varlığına armağan eder, belli günlerde neşe dolar, belli günlerde de hüngür hüngür ağlar.

Serdar kaya
kaynak: www.derinsular.com/pdf/milli-egitimden-nefret-etmek.pdf

Okudukça: Gözümü Haramdan Nasıl Korurum?



Son bitirdiğim kitap M. Yusuf Güven’in ‘Gözümü Haramdan Nasıl Korurum’ oldu. “Bir kitap okudum hayatım değişti.” türünden cümleler duymuşsunuzdur. Ben de kitabı okurken bu düşünceye kapılmadım değil. Pekçok yerini okurken oldukça zorlandım zira insanın nefsine çok ağır gelen şeyler yazıyor, çok acıtıcı bir tedavi uyguluyor bir bakıma. Bence, buluğ çağına ermiş her Müslüman genç ve bekar olan herkes özellikle beyler bu kitabı mutlaka okumalı, mümkünse birkaç yılda bir tekrar etmeli.

22 Mart 2010

Sinema: Oliver Twist


Roman Polanski'nin yönettiği Charles Dickens'in ölümsüz klasiği Oliver Twist'i seyrettiğimde ortaokul yıllarıma geri dönüverdim.8 yıllık eğitime kurban olmayan son şanslı nesil olarak ortaokulu anadolu lisesinde okudum: Ali Güral Anadolu Lisesi. Orada yoğun ve bence kaliteli bir İngilizce eğitim almıştık. 98 ya da 99 Dickens'in Oliver Twist ve David Copperfield isimli kitaplarını peşpeşe okumuştuk.(İlginçtir orta 3'e giderken Büyük Umutlar'ı kendim okusam da Lise 1'de yine İngilizce dersinde İki Şehrin Hikayesi'ni Okumuştum. Dickens'ın en önemli eserlerini daha 16 yaşındayken bitirmişim yani.)

Birkaç yüzyıl öncesi İngiltere'nin karanlık hayatını anlatan kitaplardan Oliver Twist'in filmini izleyince modern dünyanın ne kadar müthiş olduğunu bir kez daha hissettim. Modern dünyanın kurucu(!) milleterinden birinin başkenti birkaç yüzyıl önce böyle miymiş? Neyse, kitaplar da film de oldukça güzeldi. Özellikle Fagin'i oynayan Ben Kingsley müthiş.

Okudukça: Martı Jonathan Livingston


Richard Bach'ın Martı Jonathan Livingston isimli kitabı oldukça ilginç bir kitap. İçinde insanlardan hiç bahsedilmiyor, tamamen martıların anlatıldığı modern bir fabl gibi. 1970'te yazılmış ve artık bir klasik sayılıyor. Yazar Richard Bach aynı zamanda bir pilotmuş. 95 sayfalık kitabın üçte biri siyah beyaz martı resimlerinden oluşuyor.

Bu kitabı Yenilikçi Öğretmenlik şeklinde çevirebileceğimiz bir dersin hocası tavsiye etmişti. Her eğitimci Martı ve Saint Exupery'nin Küçük Prens'ini okumalı demişti.
Hikayenin kahramanı olan martı hayatın yiyip içmekten ibaret olmadığını düşünüyor ve hayatın anlamını arıyor. Bunu da değişik uçma stillerini çalışarak yapıyor. Kısa zamanda yeteneklerini geliştiren Jonathan binlerce yıllık martı tarihinde görülmemiş hızda değişik uçuş stilleri geliştiriyor. Onun bu mahareti gelenekçi ve öğrenmekten korkan toplumca dışlanmasına sebep oluyor ve ölüme terk ediliyor.

Ancak en umutsuz anında hayatına bambaşka bir pencere açılıyor ve o öğrenmenin sınırsız dünyasında yepyeni ufukları keşfediyor.

Kitabı okurken Özdemir Asaf'ın şu şiiri aklıma geldi:
Uzağa değil usta
Öteye, hep öteye gitti.
Yalnızlığı ondandır


Evet yeni şeyler öğrenmekten korkan insanoğlu pekçok önderi bu şekilde dışladı tarih boyu. Başta peygamberler olmak üzere, manevi önderler, bilim adamları, aydınlar,sanatçılar..vd. Siz de düşünseniz bugün toplumun kendisini anlayamadığı veya anlamak istemediği ve bu sebepten vatanını terk etmek zorunda kalan pekçok şahsiyet bulabilirsiniz, günümüzde bile.

Ayrıca müstakbel bir eğitimci olarak yeni nesil idealist öğretmenlerin eski usulleri uygulama ısrarları ve genç öğretmenleri yeni yetme heveslerin peşinde koşan ama birşey bilmeyen çaylaklar olarak nitelendirmeleri aklıma geldi.

16 Mart 2010

Okudukça: Ahirette Dünyadaki Mutlu Anılardan Oluşan Sinema Filmi İzlemek



Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Mektubat isimli eserini okurken karşılaştığım, her okuyuşumda müthiş bir zevk aldığım muhteşem bir yorumu:
Meselâ, ehl-i Cennet elbette arzu ederler ki, dünya maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler. Belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette, sinema perdelerinde görmek gibi, o levhaları, o vak'aları müşahede etseler, çok mütelezziz olurlar. Madem öyledir; herhalde, dâr-ı lezzet ve menzil-i saadet olan dâr-ı Cennette, "Karşılıklı tahtlarda kardeş kardeş otururlar." (Hicr Sûresi, 15:47) işaretiyle, sermedî manzaralarda, dünyevî maceraların muhaveresi ve dünyevî hâdisâtın manzaraları Cennette bulunacaktır.
İşte bu güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menâzır-ı sermediyeyi teşkil etmek için bir fabrika tezgâhları hükmünde görünüyor. Meselâ, nasıl ki ehl-i medeniyet fâni vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale yadigâr bırakmak için, güzel veya garip vaziyetlerin suretlerini alıp sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor; zaman-ı maziyi zaman-ı halde ve istikbalde gösteriyor ve derc ediyorlar. Aynen öyle de, şu mevcudat-ı bahariye ve dünyeviyede kısa bir hayat geçirdikten sonra, onların Sâni-i Hakîmi, âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydetmekle beraber, âlem-i ebedîde, sermedî manzaralarda onların etvâr-ı hayatlarında gördükleri vezâif-i hayatiyeyi ve mucizât-ı Sübhâniyeyi menâzır-ı sermediyede kaydetmek, mukteza-yı ism-i Hakîm ve Rahîm ve Vedûddur.

Noam Chomsky ve Türk Aydını


Aşağıdaki alıntı 21 Şubat tarihli Taraf Gazetesi’nden Ayşe Hür’ün yazısından alındı.
2002 yılında ülkemizi ziyaret eden düşünür ve eylemci Noam Chomsky, Açık Radyo’dan Ömer Madra’nın sorularını yanıtlarken şöyle demişti: “Türkiye, birçok açıdan Batılı entelektüeller için bir esin kaynağı olmalı. Entelektüel sınıfın hatırı sayılır bir kesiminin, yazarların, sanatçıların, gazetecilerin ve başkalarının, yalnızca özgürlük ve ifade özgürlüğü için sesini yükseltmekle kalmayıp, ayni zamanda bu konularda fiilen bir şey yaptıkları tek ülke Türkiye, bildiğim kadarıyla. Yani, sürekli tehdit ve tehlikeler altında yapıyorlar bunu. Yaşar Kemal gibi birine nerede rastlayabilirsiniz meselâ? Dünya çapında üne sahip bir yazar, düşünce özgürlüğü için sesini yükseltmeye ve bunun bedelini ödemeye, acısına katlanmaya hazır. Batı’da böyle birini bulabilir misiniz? Ya da İsmail Beşikçi meselâ. Bu adam, 15-20 yıl hapiste yatma cezasını göze aldı ve bunu kendi devletinin yaptığı zalimliklere karşı gerçekliği dile getirmek adına yaptı. Böyle birini Batı’da görebilir misiniz? Üstelik böyle insanların kocaman bir listesi var. Yazarlar, çizerler, gazeteciler, milletvekilleri –Leyla Zana gibi…”

Okudukça: Anlık hikayeler


Zaman Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın yazdığı Anlık Hikâyeler, kısa bir zaman dilimi içinde yaşanan ancak geçmişe dönük anlatılarla genişleyen altı hikayeden oluşuyor. En beğendiğim hikaye Penaltı isimli hikayeydi. Kitabın 78 kuşağından eski bir devrimci liderin günümüzdeki paranoyak yaşantısını anlatan ilk hikayesi ve asansörde mahsur kalan eski bir politikacının o anki psikolojik durumunu anlatan Asansör de beni oldukça etkiledi. Ayrıca tüm hikayeleri epey sürükleyici bulduğumu ifade etmeliyim. Her hikaye oldukça şaşırtıcı bir şekilde son buluyor. Bazılarında sonunu görmemek için son sayfada elimle son paragrafı kapattığımı farkettim çünkü son bölümler oldukça meraklandırıcıydı.

Yazarın daha önce 28 Şubat Gölgesinde Amerika ve Sinemaya Farklı Yerden Bakmak isimli kitaplarını okumuştum. Sinema yazıları oldukça orijinaldi. Aslında onları Zaman Gazetesi’nden takip ediyordum ve oldukça beğeniyordum. Bu yazıların kitap halini aldığını görünce üzüldüm zira bu, yazıların sona erdiği anlamına geliyordu. Geçen Kasım’da Tüyap Kitap Fuarı’nda kitabı imzalatırken kendisine sorduğumda devam etmek istediğini söyledi. Ancak buna vakit bulabildiğini sanmıyorum, gazetede de çıkmıyor zaten. Anlık Hikâyeler’i de çoğunlukla uçaklarda yazmış zaten. Umarım yeni hikayeler yazar.

Okudukça: Diri Gömülen-Sadık Hidayet



İranlı yazar Sadık Hidayet’i Boğaziçi Üniveritesi Kütüphanesi’nin rafları arasında dolaşırken keşfettim. Diri Gömülen isimli 1930larda yazdığı hikaye kitabını ödünç aldım. Daha önceleri muhalif kişiliği nedeniyle İran’da eserlerinin yasaklandığını duymuştum ve bir nevi Selman Rüştü gibi bir imajı vardı zihnimde. Ancak arka kapaktaki İran edebiyatını tanıma adına iyi bir başlangıç yorumu beni etkiledi ve ödünç almaya karar verdim.

Wikipedia’da kendisi şöyle anlatılıyor:
Sadık Hidayet, İran Dili ve Edebiyatını uluslararası çağdaş edebiyatın bir parçası haline getiren yazar olarak kabul edilir.

Hayat hikayesini kısaca okuduğumda onun batıya tahsil için gidip karşılaştığı kültür şokuyla bunalımlara sürüklenen tarzının bizim aydınlarımıza ne kadar benzediğini keşfettim. O da kendi ülkesinde liseyi bir yabancı kolejde(Fransız Lisesi) bitirmiş. Ancak orta yaşlarında Hindistan’a gidip Sanskritçe öğrenmişliği de var.
Hayatını bir intiharla noktalamış. Zaten Diri Gömülen isimli bu kitabın ilk hikayesinin kahramanı da pekçok kez deneyip ölemedikten sonra ölmeyi başaran(!) bir kişi. Yazar bu hikayeyi yazarken acaba 22 yıl sonra kendisinin de intihar edeceğini biliyor muydu acaba, ya da intihar edip de bir türlü ölmeyi beceremeyen kişi kendisi miydi?

Kitabın en sevdiğim hikayesi Ölü Yiyenler, ölen eşin arkasından miras kavgasına düşen bir eş ve kumasının kavgasını anlatıyor. Ancak kocaları aslında ölmeyip kalp krizi geçirmiştir ve eve geri döndüğünde iki kadın da korkudan riyakar tvırlarını borakıp gerçek yüzlerini gösterirler.
Karamsar ve pek de hoşuma gitmeyen öykülerden oluşuyor kitap. Yine de ilginç bir deneyim oldu benim için.

Sinema: Eşrefpaşalılar




Bu Cumartesi Maslak TİM Center’da birkaç arkadaşla Eşrefpaşalılar filmini izledik. Uzun zamandır DVD dışında film izlemiyordum. Temmuz’da Buz Devri 3’ü izledikten sonra sinema salonlarına ilk uğrayışım oldu bu.

Filmi beğendim zira çok yüksek bir beklenti ile gitmemiştim. Salon hıncahınç dolu olmasa da umumiyetle ailelerin çoluk çocuk geldiği yaklaşık 80 kişilik bir kalabalık vardı. Ayrılanlar da gözlemleyebildiğim kadar memnun gözüküyorlardı.

Film Eşrefpaşa civarından(İzmir) İstanbul’a göçmüş eski bir kabadayı (Davud Baba) ve mahallesini anlatıyor. Mahalle pekçok pis işe bulaşmış insanın kol gezdiği bir mekandır. Olaylar harap bir camiye yeni bir hocanın tayini ile değişiyor. Cami, avlusuna uyuşturucu saklanan, içine bir hırsızın çalıntı eşyaları satmadan önce depo olarak kullandığı, örümcek ağları ile dolu terkedilmiş bir yerdir. Tayin edilen imam daha mahalleye ilk gelişinde ekmek çalan bir çocuğa irşadda bulunması, kısa zamanda eski kabadayı ve mahallelinin gönlüne girmesiyle çok sevilen biri oluyor. Ancak cami avlusunda bulduğu bir parti uyuşturucuyu yakınca İstanbul’un en büyük mafya babası ve onun gözde elemanı olan Nusret(ki Davud Baba’nın manevi oğludur)’in can düşmanı oluyor. Hoca’yı karşısına alınca çok sevdiği mahalleli ve babasıyla ters düşen, aynı zamanda Tayyar’ın verdiği yeni görevler ve sunduğu yeni hayat ile eski hayatını ve sevdiği kızı kaybetme noktasına gelen Nusret büyük bir bunalıma düşer.Bu hayatı bırakmaya karar verir, sevdiği kız da intihar edince Allah’a isyan eder ve intihar eder. Ancak cami hocası onu kurtarır ve yeni bir hayata başlar.

Eşrefpaşalılar filmi Fethullah Gülen Hocaefendi’nin İzmir kahvelerinde bugün milyonlara varan cemaatini nasıl topladığına dair işaretler sunan, sloganında olduğu gibi sürpriz bir film. Muhafazakar ebeveynlerin çoluk çocuğu ile rahatça vakit geçirebileceği, abartısız ve kaliteli esprilere sahip hoş bir seyirlik. Çok kaliteli bir film, muhteşem bir yapıt olma gibi bir iddiası yok. Öyle de değil zaten. Ama ben filmi beğendim, beklediğimden çok daha iyi olmuş. Son tahlilde daha önceki bir yazıda da bahsettiğimiz gibi muhafazakar sinema akımına güçlü bir katkı olacak gibi duruyor. Filmin yapımcılarının filmin devamı ve benzeri yapımları yapacakları gibi bir his var içimde.

Hollywood’un Gücü ve Düşünmemiz Gerekenler

11 Mart tarihinde Yenişafak Gazetesi’nde çıkan Gökhan Özcan’ın yazısından:
“Sinemanın dev bir ticari sektöre dönüşmesinde elbette Hollywood'un çok büyük rolü var. Bugün birçok dünya devletinin yıllık bütçesi kadar yeşil doları bir tek filmin yapım maliyetlerine harcayabilen ve ortaya çıkan pahalı "mal"ı da yine o ülkelere pazarlayabilen dev bir endüstriden sözediyoruz. Sinemanın Amerikan ekonomisine sağladığı getirinin sadece birkaç temel sektör kazancının gerisinde kaldığını söylersek durum çok daha iyi anlaşılacaktır.”


Hollywood güçlü bir endüstri ama bunda bizim de hiç katkımız yok mu? Mcdonalds, Pepsi ve Coca Cola gibi Hollywood’u da devleştiren biz yani dünyanın Amerika dışında kalanları değil miyiz? Yazarın şu sözleri de benim hissiyatım ile aynı:

“...çok küçük istisnalar dışında heykelcikler sadece Hollywood damgalı mallara gidiyor. Oscar heykelciklerinin biri dışında hepsi Hollywood vatandaşlarına gidiyor. Sadece bir heykelcik "En İyi Yabancı Film" dalında veriliyor. Dünyanın yüzlerce devletinde sinema aşkıyla üretilen binlerce film için sadece bir heykel var. "Hollywood, kendi sinema sektörünün en iyilerini ödüllendirmek için bir gece düzenliyor ve dünyanın diğer milletleri bu geceyi gezegenin sinema gecesi kabul ediyorsa, bunda Amerikan film endüstrisinin ne suçu var?" diye düşünülebilir. Bu yaklaşımda hem biz dünyalılar aleyhine, hem Hollywood aleyhine epeyce soru işareti var.”

10 Mart 2010

Futbol Kahramanlarım: Patrick Kluivert


Çocukluğumdan beri Avrupa futbolu deyince aklıma ilk gelen takım olan Barcelona ‘yı 1998 yılından beri iyi kötü takip ediyorum. Orta okul yıllarında olmamın da etkisiyle o zamanki kadronun pekçok oyuncusu bana efsanevi yıldızlar gibi geliyor.

Ancak o oyuncuların bazıları efsaneydi gerçekten. Luis Enrique, Rivaldo, Giovanni, Luis Figo, Guardiola, Hesp, Sergi, Cocu, de Boer kardeşler, Nadal, Ferrer ve tabii ki Patrick Kluivert. O yıllarda Kluivert, Rivaldo, Figo ve Enrique dörtlüsü gerçekten harika geliyordu bana. Aralarından en çok Kluivert’i severdim. Onu ilk Hollanda milli takımında İngiltere’ye gol atarken görmüştüm. Çocukluk işte.. vakit geç olduğu için maçın devamını izlememe evde izin verilmemişti. Maçın skoru ne oldu, ne maçıydı onu bile hatırlamıyorum. 96 veya 97 yılıydı. O benim en sevdiğim futbolcuydu artık.

Sonrasında onu 98 Dünya Kupası’na kadar unuttum. 6. Sınıfa geçtiğim o yaz köyden sırf Brezilya-Hollanda maçını izlemek için Kütahya’ya gitmiştim. Ve işte o oradaydı. Brezilya’ya attı golünü. Bir gol de Ronaldo atmış, penaltılarda müstakbel Galatasaraylı Taffarel takımını finale çıkarmıştı. O günlerde herkes Brezilya’yı tutardı. Bense hep Arjantin, İspanya Hollanda üçlüsünü sevdim. Kluivert benim gözümde o zamanların Zidane ile birlikte en flaş oyuncusu olan Ronaldo’dan daha değerliydi. O yıl ve devam eden 4-5 yıl boyunca da dünyanın en iyi forvetlerinden biri olduğu aşikar.

Artık Barcelona’yı TRT 1 ve TRT 3 vasıtasıyla takip ediyor, Figo(ki kendisi Real’e gidene kadar kahramanlarımdandı), Rivaldo(ki o da 2002 Dünya Kupası’ndan sonra gözümden düştü), Enrique ve Kluivert dörtlüsünü hayran hayran izliyordum.
2000 Avrupa Şampiyonası Kluivert’in kariyerinin zirvesiydi. Gol kralı olmuştu. Ama bu düşüşün de başlangıcı oldu.Sonraki 2-3 yılda da iyi devam etse de Rijkaardlı Barcelona ‘da tutunamadı. Başarısız sezonlar geçireceği Newcastle ve PSV gibi takımlara transfer oldu. Bekleneni veremedi, aslında hep iyi oynasa da sakatlıklar ona rahat yüzü göstermedi, kulubeye mahkum oldu. İlginçtir 95’te Ajax ile yakaladığı başarıdan sonra ne milli takımda ne de oynadığı kulüplerde üst düzey başarılara ulaşamadı(tabii milli takımla 98 ve 2000’de yarı finaller gördüğünü de unutmayalım). Ajax ile 95 ve 96’da Hollanda Ligi’ni yine 95’te Şampiyonlar Ligi, Süper Kupa ve Fifa Kulüpler Kupası’nı kazandı. Sonrasında ise 98’de Barcelona ve 2007’de PSV ile lig şampiyonlukları kazanabildi.

Ben onu hep 98-99 sezonunda giyilen ortadan ikiye ayrılmış bordo mavili 100. Yıl forması ile hatırlıyorum.

Şimdi de size www.patrick-kluivert.com ‘dan bir anektod sunayım:
O’nu
yetiştiği Ajax altyapısından A takımına çıkaran isim Louis Van Gaal olur.Hikayesi de ilginç. Geleceğin yıldızı olacak Ronaldo’yu almak için giriştikleri rekabette PSV’ye boyun eğen van Gaal , onlarda Ronaldo varsa bizim de Kluivertimiz var diyerek onu A takıma alır. Bu ona Overmars, Davids, Seedorf, de Boer kardeşler, Litmanen gibi muhteşem yıldızlarla aynı kadroya girme fırsatı verir. Ayrıca Danny Blind ve Rijkaard da o kadroda vardır. (Sonradan bu kadronun pekçok ismi van Gaal ile Barcelona’ya taşınacaktı.)


Wikipedia’yı okurken 2004 Avrupa Şampiyonası’nda kadroda olmasına rağmen Advocaat’ın kendisine 1 dakika bile görev vermediğini öğrendim. Ayrıca Pele’nin Yaşayan En Büyük 125 Futbolcu Listesi’ne de girebilmiş. Kariyer istatistiklerini aşağıya koydum. Bana göre iki istatistiği çok kıymetli:
1.Kariyerinin ilk 10 yılında sezon başı ortalama 46 maç oynamış.
2.Son milli maçını Mayıs 2004’te oynasa da Van Basten’den Hooijdonk’a, Hasselbaink’ten Bergkamp’a, Nistelrooy’dan Makaay’a ve elbette Cruyffa onlarca muhteşem forvet yetiştiren Hollanda milli takımının en çok gol atan oyuncusu durumunda hâlâ(79 maçta 40 gol).


Career Overview - Games (Goals)
Season Club League Nat. Cup1 European2
94/95 Ajax 25 (18) 2 (1)* 10 (2)
95/96 Ajax 28 (15) 2 (1) 8 (5)
96/97 Ajax 17 (6) 1 (0) 4 (2)
97/98 AC Milan 27 (6) 6 (3) -
98/99 Barcelona 35 (15) 3 (1) -
99/00 Barcelona 26 (15) 2 (1) 14 (7)
00/01 Barcelona 31 (18) 5 (2) 12 (5)
01/02 Barcelona 33 (18) - 17 (7)
02/03 Barcelona 36 (16) - 15 (5)
03/04 Barcelona 21 (8) 2 (0) 3 (2)
04/05 Newcastle 25 (6) 6 (2) 6 (5)
05/06 Valencia 10 (1) 1 (0) -
06/07 PSV 16 (3) 2 (0) 3 (0)
07/08 LOSCLille 13 (4) 1 (0) -

kaynak:www.patrick-kluivert.com

Eğlenceli Despot

Akşam Gazetesi’nden Gürkan Hacır’ın 31 Ocak 2010 tarihli köşesinden spor ve siyasetin kesiştiği ilginç bir anektod:
EĞLENCELİ DESPOT
İsmet Paşa'nın en eğlenceli 'despot'luğu spor alanında oldu. Atatürk'ün yaveri Cevad Abbas Bey ve Galatasaray'dan ayrılan Yusuf Ziya Öniş tarafından kurulan Ateş-Güneş Futbol Kulübü İsmet Paşa'nın hışmına uğradı. 4 Temmuz 1937 de 1-1 biten olaylı Galatasaray-Güneş maçından sonra İsmet Paşa her iki kulübü de kapatma tehdidinde bulundu. Ama Paşa'nın asıl derdi muhalefet odağı olarak gördüğü Güneş'i kapatmaktı. 1937 de iktidarı devrettiği Celal Bayar da ondan geri kalmadı. Akıllara durgunluk veren bir yöntemle Güneş'i milli kümede şampiyon yaptı. Atılan golün, yenilen gole bölünmesiyle hesaplanan dahiyane bir averaj sistemi icat etti ve Güneş şampiyon oldu. Oysa Güneş 34-8 averajı vardı. Beşiktaş'ın 44-12, Fenerbahçe'nin ise 40-10... Ama atılan gol yenilen gole bölününce Güneş şampiyon oldu. Atatürk'ün ölümünden sonra İsmet Paşa hemen Güneş'i kapattı.

9 Mart 2010

Balyozcu-Ergenekonculara irtica çağrısı

Zaman Gazetesi'nden Ali Ünal'ın 8 Şubat tarihli enteresan tespitleri:
Kur'an-ı Kerim, elbette her bir insanın hayatı da dahil olmak üzere olmuş olacak her şeyden söz eder; öyle ki, İbn Abbas (r.a.), "Devemin yularını kaybetsem Kur'an-ı Kerim'e bakarak bulurum." der.

Meselâ, Allah'ın mü'minlerin velîsi, kâfirlerin velîlerinin ise tağut olduğunu buyuran Bakara Sûresi'nin 257. âyetini; Allah'ın velîleri, yani Allah'ın Dini'nin ve Allah'a giden yolda yolun rehberinin destekçileri için korku ve hüzün olmadığını beyan eden Yunus Sûresi'nin 62. âyetini; Allah'ın göklerin ve yerin nûru olduğunu ve bu nûrun hususiyetlerini anlatan, bu nûra ulaşılan yerler olarak Allah'ın yükseltilmesine ve içlerinde Kendisi'nin zikredilmesine izin verdiği tevazu ve mahviyet sembolü evlere atıfta bulunup, Allah'ın nûrunu dört bir yana taşımak için bu evlerde O'nun zikrine koşan ve geçim çalışmalarının, ticaretlerinin kendilerini bu zikirden alıkoyamadığı kahramanlardan söz eden Nûr Sûresi'nin 35-38. âyetleriyle, bunların muarızlarını nazara veren 39-40. âyetlerini bir arada ele aldığımızda, Sahâbe'den ve Sahâbe döneminden sonra, bilhassa son 3-4 asırda dünya genelini etkileyen fikrî-siyasî akımları, hareketleri ve Âhir Zaman'da Sahâbe çizgisinde Allah yolunun hizmetçilerini ve muarızlarını bütün temel nitelikleriyle görürüz.

Bunun gibi, Bakara Sûresi 17-20. âyetlerindeki temsiller, pek çok manâ katmanları ve muhatapları içinde bilhassa birkaç nesil "irtica" savaşçılarının hallerini bütün açıklığıyla tarif etmektedir.



Devamı için:http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=949177

Semih Kaplanoğlu Ropörtajı

Taraf Gazetesi'nden Tuğba Tekerek'in Altın Ayı ödülü alan yönetmen Semih Kaplanoğlu ile yaptığı(28.02.2010)ropörtajdan:
Size Berlin’de Altın Ayı’nın yanı sıra Ekümenik Ödülü de verildi. Sizce nedir bu ödülün anlamı?

Ben filmlerimde maneviyatı çok önemsiyorum. Belki 80-90 sene önce kopmuş maneviyatla aramızdaki ilişki. Ben filmlerimde manevi bir alan, metafizik bir alan açmaya çalışıyorum. Gündelik hayatın ötesinde bir alana, tek boyutlu bir gerçeklikten ziyade, o gerçekliğin izdüşümlerine bakmaya çalışıyorum. Filmlerin bir vecd duygusu, bir şükran duygusu, içsel bir coşku, bir ruhaniyet duygusu yaratması gerektiğini düşünüyorum. O yüzden bir kıvam elde etmeye çalışıyorum.

Filmlerimde Tanrının varlığını hissettirmeye çalışıyorum, diyorsunuz...

Evet, bunu söylüyorum. Ve bu çaba bir sözle, bir işaretle değil, ya da altı çizili birşey değil. Bu, bir hal. ‘Hal sineması’ diyebiliriz buna. Bu hal, Kiliseler Birliği jürisi tarafından algılanmış ki onlar bu filmi böyle bir ödüle değer buldular.

Az önce 90 yıl önce maneviyatla ilişkimizin koptuğunu söylediniz... Cumhuriyetle birlikte nasıl bir kopuş yaşandı bu alanda?

Maneviyat gündelik hayattan dışarı atıldı. Sadece camilerin olması, onun gündelik hayatın içinde devam ediyor olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir yaşama biçimine, sanata dönüşmediği sürece bu, sadece görünen bir şey olarak kalır. Yaşanan bu kopuşla birlikte manevi derinlik azaldı. İnsanların kendi hayatlarıyla ilişkisi tek yönlü materyalist bir bakış açısıyla sınırlandı.

7 Mart 2010

Okudukça: Anayurt Oteli


Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli isimli kitabını iki günlük bir otobüs yolculuğunda okudum. Zaman zaman ağır üslubuyla okuyanı yoran bir kitap. Kahramanın eski akrabalarını anlattığı bölümler (aslında karmakarışık bir sırayla düşünüyor)dikkat dağıtıyor. Karakterleri sağlıklı bir şekilde aklıda tutmak oldukça zor. Yazarın bu sıkıcı gibi duran üslûbu toplamda inanılmaz bir orijinalliğe ulaşıyor. Ve bu roman niye bu kadar ünlü anlıyorsunuz.
Ana karakter Zebercet'in pekçok hareketi insanı iğrendiriyor ama yazar bilerek ve inatla bu ayrıntılı anlatımını kitabın sonuna kadar sürdürüyor. Tabii bu beni oldukça rahatsız etse de kitap orijinalliğini biraz da buna borçlu.
İkinci rahatsız edici husus da konak(otel eski bir konak) ve çevresindeki kişilerin pekçok ahlakdışı işlere bulaşmaları.Kimi yengesine aşık, kimi konaktaki beslemeye tecavüz etmiş(o da içine atmış ve bu normal hale gelmiş),kimi kendini asıyor,kimi sebebsiz yere insan öldürüyor. Zebercet de temizlikçi kadınla evlilikdışı ilişki içinde. Acımasızca onu ve bir kediyi öldürüyor. Otele erkek-bayan pekçok sapkın insan alıyor. Geceleri odaları dinliyor. Otel parasını zimmetine geçiriyor. Benim değerlerime ters daha pekçok iş gerçekleştiriyor. Okurken bazı noktalarda yazar bunları yaşamadan yazamaz diye düşündüm.
Neticede Zebercet gibi insanlar yok mu var ancak insan toplum bu kadar mı bozuldu diye düşünmeden edemiyor. Tartışmasız sıradışı bir kitap ve herşeye rağmen okumaya değer. Sonradan öğrendiğime göre Ömer Kavur eseri 1986'da sinemaya uyarlamış ve bir sürü ödül almış.

Futbol kahramanlarım: Tore Andre Flo



Şimdi kimbilir nerededir? Bir zamanlar Vialli'nin hem oynayıp hem yönettiği Chelsea'de forvetin en önemli yıldızlarındandı. Galatasaray'a Ali Sami Yen'de 3 tane atmıştı.Bir diğer özelliği de 98 Dünya Kupası'nda Brezilya'yı yenen Norveç taraftarları Ronaldo'ya atıfla kendisine Flonaldo lakabını takmışlardı.O benim orta okul yıllarımın Zolalı, Wiseli,Poyetli, Babayarolu Chelsea'sinin harika bir yıldızıydı. Galatasaray'a 3 attı diye hiç kızmadım ona.

Eşrefpaşalılar, Hasan Karacadağ ve Alternatif Sinema


70'lerde Yücel Çakmaklı ile başlayan, sonrasında Mesut Uçakan gibi yönetmenlerle devam eden ve uzun bir süredir durağan seyreden muhafazakar sinema son yıllarda yeni filmler ile geri döndü. Hasan Karacadağ'ın Dabbe serisi ve Semum gibi filmlerinden sonra bu hafta da Fethullah Gülen'in gençliğini anlattığı söylenen Eşrefpaşalılar filmi vizyona girdi.
Uzun yıllardır sanatın pekçok dalına ve özellikle de sinemaya mesafeli duran muhafazakar kesim belki de yavaş yavaş kabuğunu kırıyor. Henüz çok kaliteli bir sinema sunamadılar ancak Hasan Karacadağ filmleri ve Eşrefpaşalılar filmi yeni bir akımın öncüleri gibi geliyorlar bana. Hatta Yeni Şafak yazarı Ali Murat Güven'e göre Hasan Karacadağ tek başına İslamî Korku Sineması'nıkuruyor.Kendisine katılmamak elde değil zira yönetmen her ne kadar kendisi ile alay edilse de Dabbe 1, Semum ve Dabbe 2 sıralamasındaki filmlerinde her seferinde çıtayı oldukça iyi bir şekilde yukarı yükseltiyor ve sinemasını geliştiriyor.

5 Mart 2010

Kemal tahir 100 yaşında

Zaman Gazetesi kitap eki Kitapzamanı Mart sayısında nefis bir Kemal Tahir dosyası hazırlamış. Yazarla tanışmayanlar için iyi bir fırsat. Daha önce DEVLET ANA'yı okumuştum. Bu dosyayı okuduktan sonra köy enstitülerini anlatan BOZKIRDAKİ ÇEKİRDEK'e başladım.

Not: Başlığı tıklayarak Kitapzamanı'na ulaşabilirsiniz.