28 Haziran 2010

Nesillerimiz ve Kahramanları

“Bugün en büyük talihsizliğimiz, kahramanlarımızın Türk ve Müslüman olmaktan çıkmalarıdır.”
                       Ahmet Kabaklı

Geçenlerde bir düğün vesilesiye bütün akrabalar ile buluşma imkanımız oldu. Gündüz hazırlık telaşı içindeki teyzelerimin torunlarına bakma vazifesi de bana düştü. 6 tane minik afacan...4 tanesi ilkokul birinci sınıf, iki tanesi de 2. Sınıfta okuyorlar. Müstakbel bir öğretmen olmama rağmen onları idare etmekte gerçekten çok zorlandım. Bulunduğumuz yerin altını üstüne getirdiler. Ama bir müddet sonra yaramazlıktan bıkkınlık gelmiş olacak ki tatlı tatlı oynamaya başladılar. İki saattir bağrışan, ağlaşan, yaramazlık eden bu sevimli afacanlar beni unuttular ve ben de oyunarını izlemeye başladım. Ne mi oynuyorlardı? ‘Süper kahramancılık’ oynuyorlardı. Birisi Örümcek Adam olmuş, birisi Demir Adam; kalanları onların yardımcıları rolünde. Hoplayıp zıplayıp duruyorlar. İki grup sanal bir savaşın içinde. Eve sığamadılar, bahçede devam etti savaşları. Örümcek adamlar garip sesler çıkardıktan sonra bileklerinden benim göremediğim ağlar yolluyor, Demir Adam’ın yolunu tıkıyor, Demir Adam bilmem hangi silahı ile ona engel oluyor, derken Örümcek Adam’ın bir avanesi devreye soktuğu silahıyla Demir Adam’ın kalkanını etkisiz hale getiriyor...

İçimden yazık bu çocuklara dedim. Çocuklarımızın kahramanları artık sadece futbolcular, popçular değil aynı zamanda Amerikan ve Japon kültürüne ait olağanüstü kahramanlar olmuş durumda. Bu yıllardır böyleydi gerçi ama ben hakkalyakîn olarak ancak şimdi idrak ediyordum. O çocukları öyle görünce bir çocuğun nasıl olup da kendini Pikaçu gibi olacağını zannederek binanın tepesinden atlayabileceğini, ya da Polat Alemdar’a özenip arkadaşlarına bıçak çekebileceğini kavradım.

Derken Ahmet Kabaklı’nın yukarıdaki sözünü anımsadım. Artık ‘nesillerimiz bizim milli ve manevi dinamiklerimizden yoksun yetişiyor’ feryadı (bu yeni bir hadise değil tabii ki, Texas-Tommiks ya da en azından TV’nin icadından beri böyle) nın yanına; ‘kahramanları kendisini şiddete eğilimli ve gerçek hayattan koparıp psikolojik bunalımlara sevkediyor’ yakarışı da eklenmiş oldu.

Çocuklarımız zekalarının açıldığı en kritik yaş döneminde böyle bir bombardımana uğratılmaktan başka, okula başlayınca da milli ve manevi ‘kahraman’larımızı da yalan yanlış, eksik ya da hamasî duygular içerisinde öğreniyorlar. Kendilerine bir rol modeli olarak alacak kimse bulamıyorlar. Çünkü bilmiyorlar, tanımıyorlar sahabeyi, Fatihleri, Yunus Emreleri, Mevlanaları... Azıcık bilenler de onları geçmişte yaşamış masal kahramanları olarak görüp, hiçbir zaman onlar gibi olamayacağını düşünüyorlar. İdealden, mefkûreden yoksun olarak yetişiyorlar. Çünkü ‘milli eğitimimiz’ her sabah papağan gibi onlara ant içmeyi tekrar ettirse de; onlar değil hedeflerinin ne olduğunu, hedeflerinin olup olmaması gerektiğini bile bilmiyorlar.

Yazımızı Necip Fazıl Kısakürek’ten bir alıntı ile bitiriyoruz. Üstad Necip Fazıl Kısakürek vakt-i zamanında (benden 80 yıl önce) aynı dertle muzdarip:

"Dünya kadar gelen şartlar, ayak ucumuzda yeni bir nesil protoplazması hazırladı. Bugünkü (3 Nisan 1939) lise çocuğunun temsile başladığı bu protoplazma, bir iki sinema artistinden başka kahraman tanımayan, futboldan gayrı herhangi bir hadiseyi mefkûreleştiremeyen, evinde ve mektebinde hiçbir telâkki ve ahlak murakabesi yaşamayan;

Bilmeyen, duymayan, düşünmeyen;

Düne, bugüne ve yarına bağlı olmayan;

Bütün hayvani ilcalarıyla baş başa;

Yeni bir adam tohumu...

Bu tohum kök salar ve nesilleşirse dava kazanılmış değil, kökünden kaybedilmiş olacaktır."   (Kaynak:Mehmet Doğan, Yeni Şafak, 6 Haziran 2010)

26 Haziran 2010

Eksen Kayması

Son günlerde bir eksen kayması tartışmasıdır gidiyor. Uzun zamandır ‘Laiklik elden gidiyor’, ‘Tehlikenin farkında mısınız?’, ‘Sonumuz İran’a benzeyecek’, ‘Malezyalılaşıyor muyuz?’, ve ‘Ne ABD ne AB; bağımsız Türkiye’ diyenler, şimdi de hep beraber oluşturdukları ‘mahalle baskısı’ ile ‘eksen kayması’ndan söz eder oldular. Elbette AKP’ye duydukları husumetle dolu, siyasi mülahazalar ile söylenen bu sözler ülkenin menfaatlerinden çok kendi menfaatlerini düşündüklerini ele veriyor.

Bunun yanında son günlerde okuduğum ve burada da yer verdiğim Mustafa Armağan’ın Avrupa’nın 50 Büyük Yalanı isimli kitabında derinlemesine analiz ettiği ‘Batı Merkezli’ düşünme sistemi ile bir kez daha karşı karşıyayız. Batı adeta bir yitirilmiş cennet ve biz Batı’ya aidiz, herşeyimiz Batı’ya göre olmalı, Batı dışındakilere küs olmalı, onlarla ilgilenmemeliyiz. Gazze bir Arap sorunu, ne işimiz var Afrika’da, vs...

Batı’yı kızıl elma olarak sunup diğer coğrafyalara üçüncü sınıf ülkeler gözüyle bakan bu ‘İçimizdeki Oryantalistler’, hâlâ içine kapanan bir ülke olmamızı ve Batı ne derse yapmamızı istiyorlar. Onlara göre çocuklarımız namaz kılmasın bale yapsın. Varoşlardaki insanlar klasik müzik dinlesin.

Uyanalım artık, sadece Batı yok. Nasıl ABD, Fransa, İngiltere bugün dünyanın her yerindeyse biz de eğitimle, kültürle, ticaretle ve politikayla her yerde olacağız. Madem amacımız çağdaş bir uygarlık olup, muasır bir medeniyet kurmak, o halde hem Doğu’da hem de Batı’da olacağız.Hem Orta Doğu’da hem Güney Amerika’da olacağız. Araplarla yeniden dost olurken AB’ye girmek için mücadele edeceğiz. Ama amaçla aracı karıştırmayacağız. Uygarlık seviyemizi yükseltmek amacımız ve AB üyeliği bizi bu amaca götüren araçlardan biri.

Türkiye bunları yapmaya başladı son zamanlarda. Politikacıların elbette hataları var. Ama öyle çok güzel işler de yaptılar ki bugün ülkemiz dünya çapında önemli bir aktör olmaya başladı. Ve savaş şimdi başladı. ‘Otur oturduğun yerde’ diyen güçler bir anda terör belasını yeniden parlatıverdiler. Bu bir mücadele ve müspet hareketle diplomasiyi sürdürdüğümüz sürece kazanan biz olacağız. Eksen kayması mı? İşte cevap sayın Dışişleri Bakanımız’dan:

“Türkiye’ye birisi Batı’yı bırakıp Doğu’ya yönelelim’ derse, ona ‘biraz tarih oku’ denmelidir. Bir diğeri ‘Doğu’yu bırakıp Batı’ya yönelelim’ derse ona da yine ‘biraz tarih oku’ denmelidir .”
                                                                                             (aktaran Gürkan Zengin, Star Gazetesi ,17 Haziran 2010)

2010 Vuvuzela Dünya Kupası

Dünya Kupası herkesin dilinde. Medyada en çok konuşulan ilk olay olarak açık ara en önde. Bunu da hak ediyor. Dünya üzerinde hiçbir hadise herhalde bu kadar gürültü koparıp, bu kadar ilgi toplayamıyordur. Olimpiyatlar bu popülerliğin yarısına ancak yaklaşabilir. Dünya üzerinde bütün insanların bir araya gelip kendilerini ifade edebildikleri muazzam bir fuar gibi sanki. Bütün dünya milletlerinin birgün barışıp yeryüzüne huzur ve mutluluğun hakim olma ihtimali hala bir ütopya gibi görünse de gözümüze, bu bir aradalık insana bir umut vermiyor değil.

Bir arada olmak, birlikte yaşama kültürü, başkalarına saygı duyma ve katlanabilmeyi de gerektiriyor.Size çok garip gelen ve rahatsız eden birşey başka bir kültürde kendini ifade etme biçimi olarak ön plana çıkabiliyor. Sözün nereye doğru gittiğini anlamışsınızdır. Vuvuzela herkesin dilinde. Eğer kafaya takarsanız kelimenin tam anlamıyla işkencehalini alıyor maç izlemek. 90 boyunca arı vızıltısı. Hiçbir melodi yok. Hep aynı vızıltı. Stadyumdakiler ve futbolcular nasıl tahammül ediyorlar anlamıyorum. Peki çalanlar hiç mi yorulmuyorlar? Gol oluyor, ses kesilmiyor daha da şiddetleniyor. Korkum o ki çıkardığı vızıltıdan başka hiçbir özelliği olmayan bu aletin bizim stadlara da yayılması.

Öte yandan şöyle bir gerçekle de karşı karşıyayız: İlerleyen yıllarda 2010 Dünya Kupası denilince akla ilk vuvuzela gelecek. Her kupanın böyle bir sembolü olmuştur zaten. Mesela 1966 denilince hep o topun çizgiyi geçip geçmediği tartışması akla gelir. 1970 denilince Pele, 1974 denilince total futbol, 1986 denilince Meksika dalgası ve Maradona, 1994 denilince Baggio’nun penaltısı, 2006 denilince Zidane’ın Materazzi’ye kafa atışı akla geldiği gibi, bundan böyle 2010 Dünya Kupası denilince akla ilk gelen imge vuvuzela olacak.

Favori G.Amerika

Dünya Kupası tüm heyecanı ile devam ediyor. Grup maçları yavaş yavaş sona eriyor. Zevksiz başlayan kupaya ikinci maçlarla birlikte renk geldi. Haksız bir şekilde geldikleri için daha baştan beri herkesin nefretini kazanan Fransa öyle bir rezil oldu ki yıllar boyu unutulmayacak. Bu açıdan oldukça mutluyum.

Bu kupada Güney Amerika rüzgarının estiği aşikâr. Katılan 5 takım da 2. tura çıkacak gibi. Şu ana kadar 5 kez şampiyon olan Brezilya ile 2’şer kez şampiyon olan Uruguay ve Arjantin kazandıkları toplam 9 şampiyonluğun tamamını da Avrupa kıtası dışında kazandılar. Güney Afrika’da Avrupalılar’ın işi zor gözüküyor. Avrupalılar’dan zaten Fransa, İtalya ve İngiltere üçlüsü futbol olarak dökülüyor. Fransa ve İtalya şimdiden elendi bile. İspanya, Hollanda ve Almanya bakalım ne kadar gidecebilecekler. Daha önce 7 final oynayan Almanya, sevmesem de Brezilya ile beraber favorilikte İspanya-Arjantin-Hollanda üçlüsünün önünde gibiler. Öte yandan Uruguay, Paraguay ve Şili üçlüsü 2002’deki G.Kore-Türkiye ikilisinin yaptığını yapabilirler. Şu ana kadarki 18 kupadan 9’unu Avrupa, 9’unu da G. Amerika takımları kazandı. G.Afrika’da bir taraf öne geçecek, tabii Gana, ABD veya Meksika tarihi bir sürpriz yapmazlarsa.

23 Haziran 2010

Sinema: Soğuk Savaş’tan İki Ajan Filmi: Notorious ve North by Northwest


Son zamanlarda Alfred Hitchcock’tan iki film izledim: Notorious ve North by Northwest. İki film pekçok açıdan birbirine benziyor. Birbirine aşık iki ajan... Kadın olanı kötü adamın yanında; ilkinde karısı, ikincisinde ise metresi oluyor. Ne fedakarlık ama... Ülkesi için başka bir adamla evlenmek...Üstelik her iki filmde de erkekler buna göz yummak duruumunda kalıyorlar.

Notorious daha Hitchcock tarzı. 1946’da çekilmiş. Eğlenceli bir gerilim sunuyor..Filmi izlerken burada daha önce yazdığım Shadow of a Doubt’u hatırladım. Herkes birbirinin sırlarını biliyor ama bilmezden gelip bir oyun oynuyorlar. Bu Hitchcock’un sevdiği bir tarz işte. North by Northwest ise daha hareketli bir film. Sanki James bond filmlerine öncü bir film gibi. 1959’da geçiyor.

Notorious’ta babasının Alman ajanı olduğunu öğrenen genç kız, derin bir bunalıma girer ve babasından nefret etmeye başlar. Babasının ölmesinden sonra ise federal bir ajan kendisine ajanlık teklif eder. Ingrid Bergman’ın canlandırdığı Alicia, Alman kökenli olmasına rağmen teklifi kabul eder. Bu kabulde ajana aşık olmasının etkisi yok diyemeyiz tabii ki...Filmin bana en çarpıcı gelen yanlarından birisi kadına aşkını bir türlü ifade edemeyen Devlin ( Cary Grant) karakteri. Film boyunca zor durumda kalıyor. Üstlerinin bunu öğrenmesini istemediği için sevdiği kadının takip ettikleri adamla evlenmesine göz yummak zorunda kalıyor. Film boyunca birbirleriyle didişiyorlar. Ama ölüm noktasına gelince adam aşkını itiraf ediyor ve Alicia’yı kurtarıyor.

North by Nothwest ise bir aksiyon filmi. Bir reklamcı birkaç ajanın kendisini karşı taraftan biriyle karıştırıp öldürmeye çalışmaları sonucu kendisini uluslararası bir mücadele içinde buluyor. Üstelik trende tanıştığı ve hemen aşık olduğu gizemli kadın da bu oyunun içinde sürekli değişen rolleri ile onu şaşırtıyor.

Alfred Hitchcock bu iki filmde de birkaç saniye de olsa görünüyor. Notorious’ta bir partide şampanya içen bir davetli iken, North by Northwest’te ise otobüse binemeyen adam olarak karşımıza çıkıyor. Filmin kamera arkasının anlatıldığı DVD’de kızı onun böyle yapmasını usta bir ressamın yaptığı resme imzasını koymasına benzetiyor. Hitchcock her filmde birkaç saniye yer alarak bu imzayı atıyormuş.

North by Nothwest’te bir uçak sahnesi var. Oldukça güzel. Sinema tarihinin en etkileyici aksiyon sahnelerinden biri olduğunu söylüyor Vikipedi sayfası. Bana o kadar etkileyici gelmedi ama o zamanların imkanlarına göre elbette çok başarılı.

Klasikleri izlerken pekçok klişe sahneyi de görmüş oluyorsunuz. Mesela North by Northwest’te bir tane uçurum kenarından sarkma sahnesi var. İlk kullanıldığı yer orası mıdır bilmiyorum ama daha sonraları yüzlerce defa kullanıldığı kesin. Filmlerin senaryoları da daha sonraki pekçok filme esin kaynağı olmuş. Mesela Mission Impossible 2’de Notorious’a bol atıf varmış.

Bu iki film herkesin seveceği tarzda olmayabilir. Ama klasik filmleri ve Hitchcock filmlerini sevenlerin kaçırmaması gereken filmler. Imdb listesinde Notorious 129.(8,2 puan), North by Northwest ise 33. sırada(8,6 puan).



18 Haziran 2010

Medeniyet ve Tesettür

Ali Bulaç’ın 12 Haziran tarihli Zaman Gazetesi’nde çıkan Yeryüzü Bahçesinin Çocukları isimli yazısından:

120 ülkeden 750 çocuk. Afrika'dan Latin Amerika'ya, Asya'dan Avrupa'ya dünya çocuklarının bir geçidine şahit olduk. 8. Türkçe Olimpiyatları'nın kapanış töreni muhteşemdi.

Haliyle herkes bu olayı farklı perspektiften gördü ve algıladı. Herkesin gördüğü ve çizdiği resim farklıdır.

Yerel/yöresel kıyafetleriyle 120 ülkenin çocuklarını seyrederken, beşeriyetin ne kadar zengin bir çeşitliliğe sahip olduğunu düşündüm ve yeryüzü gezegenindeki bu zenginliğin nasıl büyük bir tehdit altında olduğunu aklımdan geçirerek ürperdim. Batı'nın daha çok refah ve maddi zenginlik uğruna empoze ettiği kültürü giderek tasfiyeci bir niteliğe bürünüyor, söz konusu beşeri çeşitliliği yok ediyor. Moldovalı bir kızla Mozambikli bir kızın kıyafetleri tamamen farklı. Hangi kadim kültür ve dine mensup olursa olsunlar, geleneksel kadın kıyafetlerinin neredeyse tümünde "el, yüz ve ayaklar hariç vücut örtülüdür". Bazı Afrikalı kabileler müstesna. Bu, dinlerin kadın bedeni ve tesettür konusunda ortak bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir. Afrika'daki 'ilkel' olduğu öne sürülen kabileler hariç, medeniyet geliştikçe kadın tesettüre girmekte, ilkelleştikçe beden teşhire ve kitlesel cinsel tüketime sunulmak üzere açılmaktadır. Modern Batı'nın kadın beden algısı ile 'ilkel kabile' beden algısı şaşırtıcı biçimde benzeşmektedir. Batı, sadistçe dürtülerle bütün dünyayı kendine benzetmeye çalışıyor, yeryüzünün çeşitliliğini yok ediyor.

15 Haziran 2010

Okudukça: Hutbe-i Şâmiye Üzerine


Hutbe-i Şâmiye, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin 1911 yılı baharında Şam’daki tarihi Emeviye Camii’nde on bine yakın sayıda müslümana verdiği meşhur hutbesinin kitaplaştırılmış hali.

O zamanlar Osmanlı topraklarında çok meşhur olan Üstad; Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu’nun pekçok yerlerini ziyaret ettikten sonra, Padişah V.Mehmet Reşat ile birlikte katıldığı Balkan illeri ziyaretinden sonra Arap dünyasının merkezi şehirlerinden olan Şam’da Emeviye Camii’nde bir hutbe irad etmişti. Üstadın şöhretini duyarak hutbeye gelen yaklaşık 10 bin kişi arasında Üstad’ın kendi ifadeleriyle; yüze yakın ehl-i ilim de vardı. Şam’ı ziyaretinde ulemanın ısrarlarıyla hutbeye çıkan Bediüzzaman Hazretleri, İslam Dünyası’nın sorunları üzerine geniş bir perspektif sunmuş ve bu sorunlara karşı neler yapılmalı diyerek çözüm önerilerini ortaya koymuş. Bu sorunları aşağıda kısaca ele alacağız, çözüm önerilerini kitaba havale ediyoruz. Üstada göre İslam aleminin [bana göre bugün de devam eden ve İslam Alemini sımsıkı kuşatan] altı tane temel hastalığı vardır:

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:


Birincisi: Ye'sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.
Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur'âniye'den ders aldığım "altı kelime" ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.


Bugün bu altı hastalığa bakacak olursak;

Ümitsizlik: Bilinçaltımızda inanılmaz bir ‘Bizden adam olmaz’ algısı yok mu hala?

Yalan: Hem toplum hayatımız hem de toplum hayatımızın bir uzantısı olan siyaset dünyamız yalan dolan ve entrikalarla dolu değil mi?

Kin : Toplumumuz onlarca yıldır kamplara ayrılmadı mı? Herkes birbirini düşman bellemedi mi? Değil kendi aramızda, milletler arasında atılan nifak tohumlarını kin ve nefretlerimizle beslemiyor muyuz onlarca yıldır?

Ortak Noktalar: Sahip olduğumuz binlerce ortak nokta varken 1-2 noktada anlaşamayıp birbirimize husumet beslemiyor muyuz?

İstibdat: Zorbalıklar, önyargılar taassublar bizi çepeçevre kuşatmadı mı? ‘Bu devirde babamıza bile güvenmek’ten kaçınmıyor muyuz?

Menfaatperestlik: Gayret ve himmetlerimiz sadece kendi menfaatlerimiz için değil mi? Vatan-Millet-Sakarya edebiyatı yapıp sonra millete yönelik projeler üretmek yerine yat-kat-araba-yazlık peşinde koşmuyor muyuz?

Çok şükür bunlar günümüzde değişiyor ve başta ülkemiz olmak üzere bütün İslam Alemi’nde tekrar bizi biz yapan manevi dinamiklere doğru bir dönüş var. Ancak alınacak daha çok mesafe var.

Neyse kitaba geri dönelim. Üstad Hazretleri hutbede çok ilginç tepitler yapıyor. Öncelikle geleceğe karşı çok ümitli ve ümitle bahsettiği hadiselerin bir kısmı 20-30 yıl kadar sonra yavaş yavaş vuku bulmaya başlamış (Pekçok İslam ülkesi esaretten kurtulup bağımsızlığını ilan ediyor mesela).

Benim okuduğum eser Hutbe-i Şâmiye’ye yazılan bir şerh aslında. Yazar Abdullah Aymaz, eserdeki konularda aralara girip pekçok faydalı anektod ve açıklamalar sunarken dili ağır olan yerlerde de hafif sadeleştirmeler yapmış. Eserin sonundaki Hakikat Çekirdekleri bölümünde ise Üstad’ın veciz ifadelerini çok zengin ifadelerle açıklamış. İnsan okuyup da anladığını zannettiği şeylerin altında aslında böyle daha derin manaların saklı olduğunu görünce hayranlık duymadan edemiyor. Üstelik sayın yazar Üstad’ın ifadelerini yorumlarken engin risale bilgisini konuşturup farklı kitaplarla bağlantılar kurarak anlamayı daha da kolaylaştırıyor.

Risaleler bir derya... Bir elma bahçesinde yürürken nasıl boyunuzun yettiği yerlere kadar uzanıp belli sayıda elmalara ulaşabilirsiniz, Risalelerde de durum aynı. Kapasiteniz kadar anlayabiliyorsunuz. Boyunuz kadar ya da sepetinizin alabildiği kadar. Ancak şu var, o elmalardan ne kadar çok yerseniz boyunuz o kadar uzuyor ve elma yemeye açlığınız artıyor ve yedikçe yemeye doyamıyorsunuz. Üstelik arada Abdullah Aymaz gibilerini de bulursanız onlar size elmaları toplamanızda oldukça yardımcı oluyorlar.

Okudukça: Avrupa’nın 50 Büyük Yalanı (2)

Mustafa Armağan’ın Avrupa’nın 50 Büyük Yalanı isimli kitabını okumaya devam ediyoruz. Bu yazıda Avrupa Bilmecesi isimli ilk bölümü inceleyeceğiz.
Bu bölümün temel tezleri benim anladığım kadarıyla şöyle sıralanabilir:

  •  Bizim algıladığımızın aksine tek bir Avrupa yok, birçok Avrupalar var.
Mesela bugün Aydınlanmanın doğduğu yüzyıllar olarak bildiğimiz 16.-18.yüzyıllar engizisyon mahkemelerinin en şiddetli eylemlerini gerçekleştirdiği yüzyıllardır.
  • Avrupa Medeniyetini sadece Hristiyan-Yahudi Medeniyeti’nin oluşturduğu yanlıştır.
En az onun kadar Rus-Slav ve İslam-Türk etkisi de vardır. Bugünkü Avrupa’yı bu üç temel unsur şekillendirmiştir.

  • Avrupa kıtası suni bir kıtadır.

Mustafa Armağan Avrupa ile pekçok özellik gösteren Hindistan’ın niye ayrı bir kıta sayılmadığını soruyor. Ayrıca İsrail ve İzlanda’nın Avrupa’da sayılıp Fas ve Lübnan gibi Avrupa topraklarına (!) birkaç km uzakta olan ülkelerin Avrupa’da sayılmamaları neye göre olmaktadır.

  • Zihinlerimize kazınan Avrupa hakiki Avrupa değil, çok başarılı bir imaj çalışmasıdır.
  • Herşeyi Avrupa merkezli zannetmek çok büyük bir yanılgıdır.

Örneğin Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesi tam bir efsanedir. Çünkü pekçok tarihi kaynağa göre (burada kitap dışından da bazı kaynaklar verebiliriz; Gavin Menzies, Muhammed Hamidullah, vd.) Kolomb, Amerika’yı Vikingler, Araplar ve Çinliler’den sonra keşfeden 4. kişidir. Avrupa 1492’de Amerika’yı keşfettiğinde orayı Avrupa dışında bilenler çoktu yani, ama bize okullarda oraya ilk gidenler Avrupalılar olarak öğretiliyor. Üstelik Kolomb, Vasko de Gama ve Macellan gibi kâşifler(!) Hindistan ve Uzak Doğu’ya gittiklerinde; oralarda pek çok Arap, hatta kuzey Afrikalı müslüman tüccarlar ile karşılaşmışlar, onların yerel dilleri ve Avrupa dillerini bilmeleri sayesinde, onlar vasıtasıyla vardıkları yerlerle ilişkiler kurmuşlar (sayfa 51). Üstelik bu kâşiflerin, keşif meraklarının altında doğunun zenginliklerini ele geçirmek, hayalini kurdukları efsanevi Hristiyan krala ulaşmak ve ondan yardım istemek olduğunu biliyoruz.

Dahası bu kâşiflerin Güney Amerika’da nasıl bir yerli katliamı yaptığı da ortada. Bize okullarda okutulmayan çehresinin altında Kolomb’un tarhin gördüğü en zalim insanlardan biri olduğunu biliyoruz. Zaten köle icareti ve sömürgeler de bu yıllardan sonra başlamamış mıydı? Avrupa’nın şu andaki zenginliği ve medeniyeti maalesef yüzlerce yıldır süregelen sömürünün sonucu olduğunu kimse inkâr edemez zaten. Dünyanın her tarafındaki bütün sorunlu bölgeler bakınız; darbeler, savaşlar, içsavaşlar, çeteler, uyuşturucu ticareti, açlık, fakirlik… Avrupa ve Batı’nın parmağı olmayan herhangi bir tanesini bulabilir misiniz Kıbrıs’tan, Kafkaslara; Afganistan’dan, Güney Amerika’ya; Filistin’den, Afrika’ya?

Bir alıntıyla kapatıyoruz (Jack Goody, sayfa 44–45):

“(Jack Goody) burada kapitalizmin neden yalnız Avrupa’da ortaya çıktığı meselesini kurcalıyor ve bunu yine Avrupa’ya münhasır bir ütünlük olarak algılanmasındaki hatalara dikkat çekiyordu... Hümanizm mi dediniz? Mesela Çin filozofları Avrupalılardan çok daha güçlü hümanistlerdi. Şehirler Avrupa’da mı ortaya çıkmış dediniz? Peki, Ahmedabad ne güne duruyor? Bireycilik Batı’ya özel öyle mi? Peki kuzey Gana’daki Tallensi’de yaşayan kabilelerin gençleri nasıl oldu da diğer kabile üyelerinden böyle pervasızca farklılaşabildiler? Fabrika tarzı üretimin bile çin’den Avrupa’ya geldiğini iddia ediyordu yazarımız.”



 

10 Haziran 2010

Okudukça: Avrupa’nın 50 Büyük Yalanı


Açıkçası kitap ilk çıktığında biraz önyargılı davranmış ve Mustafa Armağan’a haksızlık etmiştim. Bu 50 büyük yalan hikayesinin aslında göreceli husulara yapılan vurgular olduğunu zannediyordum. Bizdeki klasik insan haklarına vurgu yapmak için Asr-ı Saadet’e atıf yapma ve günümüzde bunu iddia eden Avrupa’nın aslında bir zamanlar bizden ne kadar geri olduğu ve şimdi de emperyalist fikirlerle kültürel olarak bizi kuşattığına dair görüşler içeren klişe kitaplardan biri gibi algılamıştım. Ancak 10’dan fazla kitabını okuduğum bu zata önyargı beslemeyeyim dedim. Kütüphaneden kitabını aldım ve iyi ki almışım. Önümde tarih algılayışım üzerine ufuklar açan bir derya buldum sanki. Mustafa Armağan; 2003’ten sonra çıkan Osmanlı: İnsanlığın Son Adası, Kır Zincirlerini Osmanlı, Osmanlı’nın Kayıp Atlası gibi Osmanlı’yı anlamamızı sağlayan ve Yakın Tarihin Karadelikleri serileri ile Yakın Tarihi delik delik edip gözler önüne seren, araya 2. Abdülhamit’in kurtlarla muazzam mücadelesini koyan eserlerinden sonra bu kitapla kendi yazın hayatında da değişik bir maceraya açılıyor sanki. Macera demek belki yanlış oldu. Ama bu alan öyle bir alan ki; kitapta 250’den fazla kaynak eser var. Çok cüz’i bir kısmı bizden yazarlar. Pekçoğu Batılı tarihçiler... Yani böyle bir hadise var. Birileri günümüz Avrupa Medeniyeti’ni çevreleyen “mitler” sisini dağıtmaya çoktan başlamış ve sayın Armağan da bu eseriyle bizi de bu dağılan sisin içine bakmaya çağırıyor.

309 sayfalık kitap 5 bölümden oluşuyor. Her bölümü değerlendirme adına birer yazı yazmayı planlıyorum. Bu yazılar daha çok anlamaya yönelik olacak. Bir kitap eleştirisi değil yani. Okuduklarımın kalıcı olmasına ve algılarımın kitaptaki fikirlerin ötesine geçebilmesine yardımcı olacak yazılar bunlar.Hoş, daha ilk bölümü bitiremedim ya neyse. İnşallah bir tembelliğe kurban gitmez bu planlanmış yazılarım.

Bugün kitabın giriş yazısında bahsedilen mitler hakkında konuşmak istiyorum. Üniversite 3. sınıftayken bilimsel mitleri içeren bir ders almıştık. 10 tane miti incelemiştik. Birini hiç unutamıyorum. İlkokul yıllarından başlayarak üniversite bilmem kaça kadar hepimize öğretilen bir mit. Hani hipotezler teorileri, teoriler de bilimsel kanunları oluşturur miti var ya işte o. Ve şok olduğum nokta: Bilim tarihinde şu ana kadar bir hipotezken teoriye dönüşmüş ve sonra da kanun olmuş hiçbir fizik yasası yok.

Bu basit bir gerçek. Kavraması da kolay. Çünkü Allah Teala fizik kanunlarını çoktan yaratmış ve biz yeni kanunlar üretmiyoruz. O kanunlar orada duruyor ve bir zaman geliyor onu keşfediyoruz. Hatta çoğu zaman gözümüzün önünde duruyor da kafamıza elma düşünce farkına varabiliyoruz. Halihazırdaki hipotez ve teoriler bu gerçekte kainatta olan ama bizim açıklayamadığımız tabiat kanunlarını açıklama çabasındaki değişik basamaklar oluyor. Bunu bize böyle öğretmiyorlar ama.

Sunuş yazısında mitler hakkındaki değişik görüşlere yer veren yazar sonrasında kitabın yazılmasıdaki asıl amacı şöyle ifade ediyor:

“Bu kitap bir mit çözülemesi değil, Tanzimat’tan sonra put haline getirilmiş olan Avrupa/Batı büyüsünün bozulması için, zihinlerimize salınan yalanları deşifre etmeye çalışan bir fikir arkeolojisi çalışması. Bir medeniyet değiştirmesi sürecinde belki de kaçınılmaz olarak yakalandığımız hastalığın mitler ve yalanlar şeklindeki tezahürleri üzerine yeniden düşünme çabası. Avrupa’nın asırlık yalanlarına, gecikmiş bir karşı duruş belki.”

Kitabın genel amacına gelirsek; yazar, Batı merkezli düşünmemizi eleştiriyor. Herşeyi biz Avrupa üzerine, Avrupalı olmak üzere kurguluyoruz. Aydınlarımız bizim değerlerimizden utanıyor. Futbol taraftarlarımız “Avrupa, Avrupa duy sesimizi!” diye bağırıyor. Peki niye böyle? Avrupa ne, Avrupa kim, biz kimiz? Niye Batılı olmamız lazım, Batılı olmadan modern ve gelişmiş bir medeniyet kuramaz mıyız? Amaç Batılı olmak mıdır yoksa büyük her alanda gelişmiş bir uygarlık düzeyine ulaşmak mıdır? Amaçla aracı karıştırıyor muyuz?

Yukarıdaki soruları kitabın sunuşu ve ilk bir kaç bölümünü okuduktan sonra zihnimde oluştu. Ayrıca TVNET kanalının arşivinde Mustafa Armağan’ın konuk olduğu ve kitap üzerine söyleşi yapıldığı Akşama Doğru programını izledim. Kitap hakkında daha derli toplu analiz ve bilgilere oradan ulaşabilirsiniz. Bitirmeden önce sunuş kısmından son bir alıntı:

“İki tespit yapalım burda: Avrupa kendi tarihini merkeze alarak bir dünya tarihi yazdı, bir. Kendisi dışındaki dünya tarihini kendisinin rol oynayıp oynamadığına göre bir sıralamaya sokarak yeniden yazdı, iki.”


Taraftarlık Algısı

Sezonu Bursaspor’un şampiyon olarak kapatmasıyla taraftarlık algım hakkında bir şeyin ayırdına varmış oldum. Bir Galatasaraylı olarak Bursaspor’un şampiyonluğundan ziyade Fenerbahçe’nin kaybetmiş olmasına seviniyordum. Bu taraftarlığın doğasında var galiba. Bu sene Fenerbahçe’nin hem kupayı hem ligi çok trajik bir şekide kaybetmesi, Fenerbahçe hariç tüm takımların taraftarlarını memnun etti. Taraftarlık bu yani... Benim takımım başarısız oldduktan sonra diğerlerinin ne yaptığı beni ilgilendirmez diyemiyorsunuz. Rekabetin doğasında var, haset ve kıskançlık duyguları sizi çepeçevre kuşatıyor. Böyle duygular hissetmediğini söyleyebilecek bir taraftar olduğunu düşünmüyorum. Fenerbahçe’nin trajik son anons faciasından sonra internette oradan oraya dolaşan “futbol geyiği” espriler bunu gösteriyor. Bir nevi düşmanlık duygusu var ve düşmanın ‘düşünce’ mutlu oluyorsun. Bu her taraftarda var. Galatasaray’ın 4 yıllık şampiyon olduğu dönemlerde de FB ile dalga geçen böyle yazılar dolaşırdı. Bu, Fenerbahçelilerin hala 8 yıl önceki 6-0’ı her fırsatta kullanmaları gibi, aynı his dünyasının ürünü. Sadece bize has bir durumdan bahsetmiyoruz tabii ki. Benzer şeyler bu sezon Roma ve Lazio taraftarları arasında da yaşandı İtalya‘da.

Olayın bir başka boyutu da var. Çocukluğumdan beri takip ettiğim pekçok spor dalında baskın bir şekilde hegemonya kuran takım ve sporculara karşı hep soğukluk hissettim. Bu yüzden Manchester United, Real Madrid, Juventus, Lyon, Bayern Münih, LA Lakers, Efes Pilsen gibi takımları hiç sevemedim. Çünkü ben çocukken hep bu takımlar şampiyon olurdu, hala da öyle sayılır. Barcelona, Chelsea, Arsenal, Inter ve Ülker (Fenerle birleşene kadar) benim takımlarımdır.

Formula 1’i ilk izlemeye başladığımda Mika Hakkinen sürekli kazanan isimdi, ve ben Schumacher taraftarı olmuştum. Sonraki yıllarda Schumi abartınca Montoya-Alonso taraftarı oluverdim. Ferrari ya da McLaren’i değil Williams’ı tutar oldum.Şu anda teniste de Rafael Nadal ve Federer’i pek sevmem. Onlara karşı tuttuğum bir tenisçi yok zira eskisi gibi takip etmiyorum ama onların sürekli kazanmasına dayanamıyorum.

Futbolda milli takımlar zaviyesinden bakacak olursak Almanya, Brezilya ve Fransa sevmediğim takımların başında gelir.Onların yerine hep Arjantin-Hollanda-İspanya üçlüsünü tutarım.

Taraftarlık böyle birşey işte. İnsan bir spor müsabakası izleyince illa iki taraftan biriyle bir şekilde gönül bağı kuruyor. Bana hep mazlumlar yakın geliyor.

Bir de kıskançlıktan dolayı sevmediğim takımlar vardır. Mesela Portekiz, Yunanistan, Danimarka, Ukrayna ve Romanya gibi ülkeler küçük ülkelerdir benim gözümde ve Türkiye’nin sporda bunların gerisinde kalmasına hasta olurum.Bu küçüklük nüfusları açısından bir nicelik olsa da bilinçaltımda “hadi koa koca ülkelerle boy ölçüşemiyoruz da bunlara da mı geçiliyoruz yani” şeklinde bir düşünce saklanır hep.

90’ların sonunda aynı seviyelerde olan G.Saray ve Porto’nun sonraki serencamına bakınca Porto’ya hasetlik derecede kıskançlık duymamı yadırgamazsınız elbette. Ya da öyle veya böyle 2004’ü kazanan Yunanistan’ı , “Vay be komşu başardı!” deyip bağrımıza basamazdık herhalde. İsrail ve Yunan takımlarının Final Four’u süpürmelerine eyvallah diyemiyor insan kolayca. Bunun ırkçılık veya kibirle belli bağları olabilir ama öncelikli his vatan sevgisidir. Rakibi alkışlamak o kadar kolay değildir. İnsanın bütün duygularını ayaklarının altına alması gerekir. Robot değiliz sonuçta.

9 Haziran 2010

Söz'ün Öz'ü

Kitap Zamanı Haziran 2010 Sayısı

Zaman Gazetesi’nin kitap eki Kitap Zamanı Haziran sayısında Kütüphane Nasıl Kurulmalı? Sorusunu kapağa taşımış. Yelda Eroğlu bu hususta gerçekten okumaktan zevk alınacak bir yazı yazmış. Kitapların Savaşı isimli yazı, çeşitli başlık altında pekçok yazar hakkında değişik anektodlar içeriyor.

San Pedro Manastırı’nın Kütüphanesindeki Beddua:

“Kim ki bir kitabı sahibinden çalar, ödünç alır ve geri vermez, kitap elinde yılan olsun. Her yanına inme insin, tüm uzuvları işe yaramaz olsun. Acılar içinde kıvransın. Merhamet dilenmek için yalvarır olsun. Acıları yoklukta şarkı söyleyene değin dinmesin. Ölmeyen yılana karşın, kitap kurtları kemirsin bağırsaklarını. Son cezasına giderken, cehennemin alevleri yutsun onu”.

  Bir Kitaplık Kazası:

Partice Moore adlı bir adamcağız, New York'taki evinde, yıllardır biriktirdiği kitap ve dergi yığınlarının altında kalır. Ancak iki gün sonra, komşularının haber verdiği itfaiye ekiplerinin bir saati bulan çabalarıyla kurtulur.
Kitap Evler:

Kitap toplumsal olarak öylesine dokunulmaz bir nesnedir ki, neredeyse bir tek onun bağımlılığı göze hoş görünür. Erol Üyepazarcı'nın evinin üç odası yetmezmiş gibi banyosunu da kitaplığa dönüştürmesi, Gülçin Çandarlıoğlu'nun kitaplardan kendisine yer kalmadığı için ayrı bir daireye taşınmak zorunda kalması ve İlber Ortaylı'nın kitaplarına bir değil üç ev tahsis etmesi en fazla, alkışlanası tuhaflıklar olarak kabul edilir. Doğan Hızlan'da tuhaflık tuhaflık üstüne biner, yekun dolayısıyla aradığını bulamayan Hızlan, aynı kitabı tekrar tekrar almak zorunda kalır kimi zaman
.

Okudukça: Voltaire’den Masallar-Zadig


Ünlü Fransız yazarı, tarihçisi ve düşünürü Voltaire, Zadig adlı eserinde felsefi göndermelerin yoğun olduğu bir hikâye anlatıyor. 1740lı yılların ortalarında kaleme aldığı eserde Voltaire baskın bir şekilde Binbir Gece Masalları’ndan etkilenmiş. Hikâyenin konusu Babil’de geçiyor. Hikâye, İslamiyetten çok önce ateşe tapılan zamanlarda o yörede yaşayan Zadig isimli erdemli bir şahsın başına gelen olayları anlatıyor.

Zadig’de Voltaire, bugün başımıza gelen kötü bir hadisenin aslında çok hayırlara kapı açabileceğini, başımızdan geçen iyi bir hadisenin ise pekçok kötü olaylar silsilesine başlangıç yapabileceğini anlatıyor. Daha doğrusu ben öyle anlıyorum. Zira bizim kültürümüzde,

“Ola ki hoşlanmadığınız şeylerde sizin için pekçok hayırlar vardır.”
ayetinin ışığında olaylara Hâkim olan Zât’ın sebeplerle perdelediği hadiselerin geri planındaki hikmetleri keşfetme çabası vardır. Voltaire bu ayetten etkilenmiş midir bilinmez ama eserde bir rastlantısallıktan çok bir Yaratıcı fikri ön planda ve kahraman Zadig olayların hikmetini anlamaya çalışıyor gibi. Çok varlıklı ve itibarlı biri iken karısı kendisine ihanet ediyor, daha sonra hasetçi dostu kendisini ihbar ediyor ama bu kötü olaylar onu krala başvezir yapıyor. Sonrasındaki başarılı pekçok icraatı ise onu defalarca felaketlerin ucuna sürüklüyor. Ancak bu felaketler en sonunda kendisine yine güzel kapıları açıyor ve kitap mutlu sonla bitiyor. Sözün kısası kader inancı üzerine kurulmuş bir masal Zadig. İlk basıldığındaki ismi de Yazgı’ymış zaten.

Kitap bir masal havasında ilerliyor ve 16. Yüzyıl Avrupası’nın Doğu’ya atfettiği yoğun mistisizm duyguları ve oryantalist yaklaşımları içeriyor. Kitaptaki kahramanların isimlerinin tamamı okuyucuda gizemli ve mistik çağrışımlar uyandıracak şekilde koyulmuş. Yazarın Binbir Gece Masalları’ndan etkilendiğini söylemiştik. Bunun dışında Şeyh Sadi Şirazi, Kur’an-ı Kerim ve Zerdüştlük’ten de yoğun alıntılar var. Aslında çevirmene göre (ki başarılı çevirmen pekçok dipnot ve yan bilgiyle okumayı kolaylaştırıyor-Hasan Fehmi Nemli/Ayraç Yayınevi) yazar hikâyenin (roman ya da masal da denebilir) her bölümündeki parçaları farklı hikâyelerden derlemiş ve kafasına göre düzenlemiş. Olaylar kendi gündelik yaşamından etkilenmiş. Kendi hayatı da aynı Zadig gibi iniş çıkışlarla dolu. Saray tarafından arandığı gizlendiği zamanlar da mevcut, krala danışman olduğu zamanlar da. Kavgalı olduğu bir adamın ismini çok az değiştirip kitaptaki kötü bir kahramana isim verdiği dahi olmuş.

Sözün kısası ilginç bir kitap, sıradışı bir masal. Kur’an-ı Kerim’de geçen Hz. Musa ve Hızır Aleyhisselam arasında geçen yolculuğu her ne kadar tamamen değiştirerek alıntılamış olsa da okurken mutlu oluyorsunuz. Zira Zadig olayların sırrını ancak o keşişle karşılaştıktan sonra kavrayabiliyor.

Dünya Kupası Hatıralarım 3 : 2006-Yine Yokuz

Ersun Yenal-Fatih Terim ikilisinden ilkinin Hakan Şükür kaprisi, ikincisinin de gereksiz hırsı yüzünden gidemedik Almanya 2006’ya. Oysa seyirci desteği ve yakalayacağımız hava açısından yarı ev sahibi olabilirdik. Tuncay ve Nihat başta pekçok yıldızımız dünya çapında parlayacaktı. (Tümer, Tekke, Gökdeniz ilk aklıma gelenler..) Olmadı, nasip değilmiş...

2006 yılı Rijkaardlı Barcelona’nın esip gürlediği bir yıldı ve Ronaldinho gerçekten inanılmazdı. Ama onun için o kupa sonun başlangıcı olacaktı. Brezilya yine en büyük favoriydi. Ev sahibi Almanya da tabii ki.

Üniversite 1. Sınıftaydım ve evimde maçların büyük kısmını izledim. Ama nedense pek hatırımda kalmamış. Artık eski heyecanımı kaybetmiştim. Türkiye’nin olmadığı turnuvada kendimi ezik hissediyordum.

Turnuvada yeni yıldız adaylarından Kaka, Messi ve C.Ronaldo çok ön plana çıkmadılar. Robben ve Ribery de öyle.

Kendisinden çok şey beklenen Brezilya 8 yıl sonra bir kez daha Fransa’ya boyun eğdi. Son 3 kupada final oynayan takım bu sefer son dörde bile kalamadı. Fransa ise renksiz oyununa rağmen futbol kariyerinin son maçlarına çıkan Zidane önderliğinde finale kadar geldi.

Turnuva boyu pek fazla sürpriz yaşanmadı denilebilir. Son 8 arasında sürpriz olarak Ukrayna dışında kimse yoktu. Aslında onlar da bizimle aynı grupta elemelerde o kadar baskın oynamışlardı ki çok rahat grup lideri olarak finallere kalmışlardı. Gruplarda Hırvatistan ve Japonya’yı geçen Avustralya; Fransa’nın önünde lider bitiren İsviçre ve Çek Cumhuriyeti ile ABD’yi geçen Gana 2. turu görebildiler ve sürpriz yapan takımlar kategorisine dahil oldular. Her büyük kupada favori takımlarım olan İspanya-Hollanda-Arjantin üçlüsünden ilk ikisi 2. turda Portekiz ve Fransa’ya; Arjantin ise Almanya’ya elendi. Oysa ben Arjantin’den çok ümitliydim. Almanya’ya penaltılarda elendiler.

Finale kadar çok akılda kalıcı bir olay olmadı. Finalde ise futbol kariyerinin son maçına çıkan Zidane, attığı penaltı golü ile takımını öne geçirmesine rağmen; İtalya’nın 19. dakikada eşitlik sayısını atan Materazzi’ye uzatmalarda kafa atarak kariyerini kırmızı kartla bitirmiş oldu. Bu olay adeta 2006’nın sembolü oldu. 2006 Dünya Kupası denilince akla ilk gelen olay İtalya’nın şampiyonluğu mudur yoksa Zidane’ın Materazzi’ye kafa atması mıdır tartışılır.

İtalya 1982’den sonra 4. kez turnuvayı kazanmış oldu. İlk iki şmpiyonluk 1950’den önce gelmişti. Son yıllarda yaşanan büyük şike olayı ve Serie A’nın itibar kaybetmesiyle sıkıntı yaşayan İtalyanlar Lippi’nin önderliğinde Kupayı kazandılar. Catenaccio’yu da bırakmışlardı ama yine de muazzam bir hücum takımı olmadılar. 2004 Avrupa Şampiyonu Yunanistan’dan sonra savunmasıyla ün kazanmış İtalya’nın da şampiyon olması benim açımdan can sıkıcıydı. Neyse ki şimdi futbola bir Barcelona ve İspanya ekolü hakim.(gerçi catenaccio’ya boyun eğdiler Ş. Ligi’nde bu sene ama neyse...)

2006 bana göre 98 ve 2002’ye göre daha sönük geçti. Turnuvada akılda kalan pek hadise olmadı. Ronaldo 3 gol atıp tüm zamanların en golcü oyuncusu olma rekorunu 1974’ten beri elinde tutan Gerd Müller’den aldı. Eğer Klose adetini bozar ve bu sefer 5 gol atamazsa ronaldo 15 gollük krallığını oynamadığı halde sürdürecek.

Turnuvada en çok öne çıkan futbolcular Zidane ve Cannavaro oldu. Yine de İtalya ve Fransa bu iki oyuncunun bireysel katkısından çok takım oyunu ile finale geldiler. Turnuvada kendinden çok şey beklenen Kaka ve özellikle de Ronaldinho çok kötüydüler. Son iki yılda dünyaüstü bir performansı sahaya koyan Ronny, bu kupa ile beraber öyle bir düştü ki ancak bu sezon yavaş yavaş kendine gelebiliyor. Ama G. Afrika’ya gidemeyecek. Ne kadar acı.