26 Mayıs 2010

Manzaramız tam olarak budur...

Yeni Şafak yazarı Ali Murat Güven'in yazısından millet olarak kültürel açıdan ne halde olduğumuzu gösteren acı bir tespit:
Son Berlin Film Festivali'nde "Altın Ayı" ödülünü kazanan Semih Kaplanoğlu filmi "Bal", sinemalarımızda 9 Nisan Cuma günü 32 kopyayla gösterime girdi. O tarihten bu yana geride bıraktığı 6 haftada ise Türkiye çapında toplam 30 bin 68 kişi tarafından izlendi ve 284 bin 283 lira hasılat yaptı. Bu hasılat da filmin yapım maliyetinin en fazla sekizde birine karşılık geliyor.

Öte yanda, "Bal"dan yalnızca bir hafta önce 77 kopyayla gösterime giren ve kocasının çapkınlıklarına kızan evli bir kadının evli bir erkekle evlilik dışı cinsel ilişkisini "gülünç" bir tonda anlatmayı deneyen "Herkes mi Aldatır?" adlı film ise toplam 7 haftada 62 bin 270 izleyici ve 569 bin 411 lira hasılat elde etmeyi başardı. Bu rakam da anılan filmin yapım giderlerinin en az yarısına karşılık gelmekte...
Son beş yıl içinde gösterime sunulan bütün yerli ve yabancı filmlerin hasılat raporlarını http://www.boxofficeturkiye.com/ sitesinde inceleyebilirsiniz.
Sadece bu değil; olayın kitap ve gazete  boyutunda da içler acısı bir hal var. Türkiye'nin en çok okunan gazetelerinin sitelerine (birkaç istisna hariç) insanın utanıp sıkılmadan girebilmesi çok zor. Dizilerimizin hali de ortada. Yayıncılar birinci suçlu denebilir fakat rağbet görmeseler bu derecede gayrı ahlakîlik olur muydu?

Okudukça: Riyâzü's-Salihîn

Bu hafta Riyazü's- Salihin isimli meşhur hadis kitabını bitirdim. Benim okuduğum Işık yayınlarının bastığı muhtasar olan kitap tabii ki. Aslında Şubat ayında başlamıştım. Biraz tembellikten bu haftaya kadar sarkmıştı. Okurken istifade edebilmek amacıyla etkilendiğim hadisleri işaretledim ve bir nevi fihriste hazırlayıp kitabın arasına koydum. Defterime de yazdım. Böylece arasıra dönüp bakma imkanım olacak. Kitab hakkında bilgi isterseniz:
Elinizdeki eser imam Nevevi'nin bir hadis klasiği olan Riyâzu's- Sâlihîn'in muhtasarı yani kısaltılmış hâlidir. . Telif edildiği günden bu yana Riyâzu's- Sâlihîn, İslâm dünyasının her yerinde, âlimlerin, ilim yolcularının ve nihayet hadis okumak isteyen hemen her Müslümanın âdeta el kitabı olmuştur. . Bu muhtasar eser daha çok ahlâkı güzelleştiren, kalpleri temizleyen, dünya ve âhiret saadetine yarayan, hayrasevk edip fenalıklardan men eden sahih hadislerden oluşmaktadır. . Eser, 18 ana konu ve 372 alt başlık altında verilen 1800 küsur hadis içinden seçilmiş 876 hadisten meydana gelmektedir. . Pek çok şerhi ve muhtasarı yapılan Riyâzu's- Sâlihîn, bu eserde akıcı ve sade bir dil ile tercüme edilmiş, açıklamaya ihtiyaç duyulan yerlerde gereken izahlara yer verilmiştir. . Ezberlenmesi tavsiye edilen hadisler renkli bir şekilde belirtilmiş, böylece bu hadisleri ezberlemek isteyenlere kolaylık sağlanmıştır. . Önce konu başlıkları verilmiş daha sonra ilgili ayetler mealleri ile beraber zikredilmiş ardından hadisler, manaları ve kaynakları ile beraber ifade edilmiştir.
Herkese tavsiye ederim, sünneti yaşamak için evvela okumak bilmek lazım. İyi okumalar...

24 Mayıs 2010

Dünya Kupası Hatıralarım 2 : Muhteşem 2002


2002 Dünya Kupası’na giderken çok ümitliydik. İsveç’ten son dakikada iki gol yiyip grubu ikinci bitirsek bile Avusturya’yı iki maçta silip süpürmüş, üstelik Yıldıray gibi bir yıldızı kazanmıştık. Galatasaray’ın yıllardır oluşturduğu ve UEFA kazanan kadro artık iyice olgunlaşmış, Rüştü ve Alpay gibi diğer isimler ise kariyerinin en verimli zamanına ulaşmışlardı.

Brezilya’ya karşı oynanan güel oyun yenilgiye rağmen bizi mutlu etmişti. Lise 1’deydim ve 11:30’da okuldan çıkıp alel acele eve koşmuştum. Haziranın 3’üydü ve maç öğlen 12’deydi. Nefesimizi tuta tuta izlediğimiz rüya gibi bir ilk yarı, Brezilya’nın ardı ardına ataklarına rağmen Yıldıray-Hasan Şaş ikilisinin muhteşem organizasyonuyla bizim 1-0’lık üstünlüğümüle sona erdi. Maçı 2-1 kaybettik. Haksız iki kırmızı kart ve tartışmalı bir penaltı. O gün Rivaldo’yu defterimden sildiğim gün oldu. Bir kez daha şerefli mağlup olmuştuk, iyi oynamış futbolun devine kafa tutmuş ama hakemlere yenilmiştik.

İkinci maç ve zayıf Kosta Rika’ya karşı kötü oyun. Yine güçlü takıma karşı olan motivasyonu zayıf rakibe karşı sağlayamayan bir Türkiye... Emre Belözoğlu’nun okunmuş çoraplarıyla attığı şık gol...

Çin maçını okulda dev ekranda izledik. O gün bilgi yarışması vardı ve bizim sınıfın kaptanı olarak bütün okulun önünde gelen birincilik beni çok gururlandırmıştı. Öüllerimizi alamadan apar topar sahneden indirildik çünkü maç başlıyordu. Sinevizyon çalışmaya karar verdiğinde ilk önce Hasan Şaş’ı gördük. Daha görüntü geleli birkaç saniye olmuştu ki Hasan çinli defanstan topu kaptı ve doksana astı. Ne olduğunu anlamamıştık ve birden gol diye ayağa kalktık. Bunun aslında ikinci golümüz olduğunu ise çok sonra farkedecektik. Kendisine hiç yakışmayan Mohikan traşı ile turnuvanın yıldızlarından Ümit Davala 3. golümüzü atan isim oldu. Aynı Ümit ikinci turda kafayla attığı golle Japonya’yı elememizi sağlayan skoru getirecekti.

Sıradışı bir turnuva oluyordu. Fransızlar gol atamadan elenmiş, Arjantin gruptan çıkamamıştı. Hollanda ise hiç gelememişti. Brezilya Rivaldo ve Ronaldo’nun önderliğinde çok rahat gidiyor, Almanya da Ballack ve Kahn ile takır takır ilerliyordu. Arjantin’i safdışı bırakan ve gruplarda bizi geçen İsveç, süpriz bir şekilde Senegal’e elendi. Ev sahibi Güney Kore iyi mücadele etmesine iyi mücadele ediyordu ama ikinci turda İspanya’yı hakemlerin inanılmaz hatalarıyla elediler. Çeyrek finalde ise İtalyanları aynı şekilde kupa dışı bıraktılar. Bu iki maç çok konuşuldu.

Bizse bir altın gol heyecanı yaşayacaktık. Fransa’yı yenmeyi başarmış ve İsveç’i elemiş Senegal iyi bir takımdı. Biz daha iyiydik ama hücumda bir türlü üretken olamadık. İlhan Mansız’ın Ümit’in ortasına şık vuruşu bizi yarı finale taşıdı. Şenol Güneş’in sahaya koşuşunu hiç unutmam. O maç Hakan Şükür için de inanılmaz bir imtihan olmuştu. Kale alanından atamadığı gol yüzünden medyada çok eleştiri almış, televizyonlar golü kaçırdığı anda kahvelerde yapılan küfürleri utanmadan yayınlamışlardı.

Yarı finalde rakip bir kez daha Brezilya idi. Brezilya elemelerde G. Amerika’da çok zorlanmış ve grubunda 4. olarak Dünya Kupası’na gelmişti. O yıllarda son Dünya Kupası, son Avrupa Şampiyonası ve son Konfederasyon Kupası’nı kazanan Fransa açık favoriydi ve Brezilya için acaba deniyordu. Ama yukarıda anlattığımız gibi favoriler birer birer dökülürken onlar çok rahattı. Turnuvanın ilk maçında bize karşı zorlandıktan sonra Çin’e 4, Kosta Rika’ya 5 gol atmışlardı. Belçika ve İngiltere’yi de kolay geçtiler. Ronaldo ve Rivaldo gerçekten çok formdaydılar. Zaten turnuvayı biri 8 diğeri 5 golle bitirdiler. Öte yandan Roberto Carlos ve Cafu o zamanlar gerçekten muhteşemdiler, ve bir de Ronaldinho.. Birkaç yıl sonrasına işaret olacak iyi bir oyun oynadı turnuva boyu. İngiltere’ye tesadüf kokan bir 40 metrelik gol atsa da yine de o maçın kahramanıydı. Sonradan Beşiktaş’ta göreceğimiz Ricardinho ve Kleberson da yedek de olsa maçlarda süre aldılar. (Kleberson 2006’yı kaçırdıktan sonra şimdi yine kadroda.)

Maç çok zorlu geçti, Rüştü yine inanılmaz kurtarışlar yaptı, ama çok ilginç bir gol yedi. TRT spikeri Levent Özçelik’in ‘Ve nihayet gol’ sözü unutulmazlar arasına girdi. Alpay’ın muhteşem kafa vuruşu ve Hakan Şükür’ün dömivolesi kaleci Marcos’un son anda müdaheleleriyle gol olmadı. Brezilya çok formdaydı ve yine zorlamamıza rağmen mağlubiyetten kurtulamadık.

O Brezilya finalde Almanları çok rahat yendi. Ronaldo ve Cafu üst üste 3 kupada final oynamış olma sevinci yaşadılar. Brezilya 5. Kupasını kazandı. Ronaldo ise 8 gol atarak çok uzun yıllar sonra en çok skor üreten gol kralı olmuş oldu. İlginç traşı da hafızalarda kaldı.

Biz ise 3.lük maçında gerçekten çok iyiydik. İlhan Mansız-Hakan Şükür ikilisi yarım saatte Kore’nin işini bitirdi. Hakan kendisini eleştirenlere tokat gibi bir gol attı ve kupalar tarihinin en erken golünü attı. 2006 ve bu seneki turnuva öncesi dünyada yüzden fazla ülkede binlerce medya organı kupalar tarihinden istatistikler sunarken ondan bahsettiler/ediyorlar.

2002 Asya’da düzenlenen ilk kupaydı. İlk kez bir Asya takımı yarı final oynadı. Almanya 8. Finalinde 5. kez kaybetti. Şenol Güneş FIFA tarafından yılın teknik direktörü seçildi. 3.lük maçından sonra Türk ve Koreli oyuncuların dostluk gösterileri daha öncesi ve sonrasında hiçbir kupada yaşanmadı. Şenol Güneş’e Kore liginin kapıları açıldı. Oralarda başa oynayan takımları çalıştırdı. İlhan Mansız ise Japonların (nesini sevdilerse) çok sevdiği bir karakter olup Japon Ligi’ne transfer olan ilk Türk oyuncu oldu. Alpay da İngiltere’den sonra Kore ve Japon Liglerinde oynadı. 3. Lük maçında frikikten Rüştü’yü avlayan Lee Yong Eul Trabzonspor’a transfer oldu. Giderken beklediğimizden çok daha iyi bir sonuçla dönmüş olduk Uzak Doğu’dan.

Ban ki-Moon Boğaziçi’ndeydi



Bu Cuma okulumuza Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban ki-Moon geldi. Amerikan yapısı olan Güney Kampüs’teki Albert Long Salonu Boğaziçi’nden öğrenci ve hocalarla tıklım tıklım doluydu.

Moon’u görünce şaşırdım çünkü gazetelerdeki resimlerine göre daha uzun boyluydu. Tayyip Erdoğan’ın yanında hayli kısa görünüyordu halbuki. Güler yüzlü ve sempatik bir insan. Çinlilere karşı aramızda tarihten gelen bir soğukluk var gibidir. Ama Koreliler ve Japonlar nedense bize sempatik gelir. Harvard mezunu Moon mükemmel İngilzcesine biraz Kore aksağanı katarak konuşunca bu onu oldukça sevimli yapıyordu. Üstelik arada bizi neşelendiren Türkçe ifadeler kullandı. Teşekür ederim, iyi gunler, hos geldiniz gibi Türkçe ifadeler neyse de dünyadaki değişimi anlatırken kullandığı ‘eski tas eski hamam’ ve Türkiye için onun yerine önerdiği ‘yeni tas, yeni hamam’ ifadeleri oldukça hoş oldu.

Konuşmasında genelde herkesin bildiği şeyleri anlattı. Ayrıca genç üniversitelileri öven ve her Türk’ün hoşuna gidecek şekide ülkemizi öven sözler kullandı. Türkiye’nin son zamanlarda cesaretle sesini duyurmaya başladığını, Yunanistan ve İran’da çok önemli işler yaptığını anlattı. İspanya ile ortak olarak sürdürdüğümüz BM’nin Medeniyetler İttifakı projesinden bahsetti. Türkiye’nin ve geleceğin yöneticisi olacak biz genç Türklerin daha fazla inisiyatif almamızı istedi. Türkiye’nin Ermenistan ve Kıbrıs konularında daha fazla atak olmasını istedi. Davutoğlu’nun komşularla sıfır problem politikasını övdü. Irak, Afganistan ve Pakistan gibi dünyanın sancılı bölgelerinde okullar açan ve oralarda iş adamlarıyla var olan Türkiye’nin dünyada sesini daha fazla duyuracağını söyledi.

Daha sonra Kore Savaşı’ndan bahsetti. Birleşmiş Milletlerin ilk misyonunda Türk askerlerinin birçoklarının nereye gittiklerini dahi bilmeden iki ay gemi ile yolculuk yapıp Kore’ye geldiklerini ve nasıl kahramanca savaştıklarını anlattı. BM’nin sahip olduğu tek mezarlık olan Pusan’daki mezarlıkta pekçok şehidimizin olduğunu söyledi. Türkiye’de pekçok gazi ile tanıştığını anlattı. ‘Koreli’ tabirini Türkçe olarak ifade etti.

Ban ki Moon’un kendi memleketi olan Kore hakkındaki cğmleleri elbette samimiydi ve Türkiye’ye duyduğu hislerde bir yapmacıklık hissetmedik. Bu samimiyeti o kadar fazla ki 2002 Dünya Kupası üçüncülük maçından sonra G.Kore’yi yenmemize rağmen fazla sevinmeyip onları kucaklamamızı (futbolcularımız aralarına Koreli oyuncuları alarak bir daire oluşturmuşlardı, öyle bir dostluk gösterisi ne önce ne de sonra bir daha yaşanmadı Dünya Kupalarında)hayranlık duyguları ile anlata anlata bitiremedi.

Ban ki Moon, her ne kadar büyük ülkelerin kafasına göre hareket edip dünyayı karıştırmalarına engel olamayan, dünyadan zulmün kalkmasını sağlayamayan bir kuruluşun lideri olsa da bize kendini sevdirdi.

Dünya Kupası Hatıralarım 1 : Varsa Yoksa 98

Bir Dünya Kupası daha yaklaşıyor. Futbolun bu en görkemli sahnesinde yine yokuz. Hayıflanmamak elde değil, hele bu son Çek Cumhuriyeti maçından sonra. Yapacak birşey yok. Yine başkalarını izeyeceğiz.

Bu yazıda Dünya Kupaları’na dair hatıralarımı ve bu kupa hakkındaki görüşlerimi paylaşmak istiyorum.

Dünya Kupaları denince kişisel hafızam Fransa 98 ile başlıyor. Amerika 94 oynanırken daha on yaşında bile değildim. Hayal meyal hatırladığım tek şey çok hoşuma giden Lentini, Albertini, Maldini, Donadoni gibi kafiyeli İtalyan isimleri.

Futbolu sıcak bir şekilde takip etmeye başladığım ilk yıllar 97 ve 98’di. Henüz ‘Ortaokul Hazırlık’ sınıfındaydım ve her Salı Fanatik veya Fotomaç alır, ligimiz ve Avrupa ligleri hakkındaki değerlendirmeleri okurdum.

Okulun son günlerinde bir Salı günü aldığım Fotomaç beni çok etkiledi. 4 sayfalık bir kupa tanıtımı hazırlamışlardı. İlk sayfada Dünya Kupaları hakkında genel bilgiler, iki ve üçte takımların kadroları ve tanıtımları, son sayfada da stad ve fikstürler yer alıyordu. Bu 4 sayfayı o yaz belki yüz defa okudum ve adeta ezberledim. Şimdi hafızamı zorlasam her gruptaki takımları sayar; Brezilya, Hollanda ve Fransa gibi bazı takımların 98 kadrolarını tam olarak yazabilirim. O zamanlar neden bu kadar ilgi duyuyordum bilmiyorum. Mesela Dünya Kupaları istatistiklerini de çok sağlam bilirim, hangi kupa neredeydi, kim şampiyon oldu hafızamda hala. Bir kupada 13 gol atan Fontaine’i, o zamana kadarki gol kralı Gerd Müller’i (şimdi Ronaldo oldu), kupalar tarihinin 400. golünü atan bizim Lefter’i, unutamam.

Neyse 98’e gelindiğinde tüm dünyada şimdiki Messi’ye bedel bir Ronaldo çılgınlığı vardı. Son iki seneye damga vurmuş bu oyuncu ve son şampiyon Brezilya’nın ne yapacağı merakla bekleniyordu. Arjantin, Hollanda ve İtalya diğer favorilerdi. Fransa’ya ev sahibi olduğu için, Almanya’ya da son Avrupa şampiyonu olduğu için şans tanınıyordu.

O tarihlerden beri her büyük turnuvada tuttuğum 3 takım vardır: İspanya, Arjantin ve Hollanda. Bunlardan sadece İspanya 2008’de yüzümü güldürdü. Nedense Almanya ve Fransa’yı da sevmem. Ama 98’de NTV’nin Avrupa’dan Futbol kuşağından tanıyıp sevdiğim ve yeni yeni kadroya girmeye başlayan Trezeguet ve Henry’den dolayı Fransa’yı da tutardım. Arsenalli Petit favori oyuncularımdandı.

Neticede Fransa çok iyi bir performansla şampiyon oldu. Tüm kadro Avrupa’nın dev klüplerine dağılıp başarılı olacaktı. Çok iyi bir jenerasyondu ve Zidane efsane kahramana dönüştü. Zidane’ın Cezayir asıllı Zeyneddin Zeydan olduğunu o yaşlarda biliyordum. Ve kibirli Fransızların yarısından fazlası zenci bir kadroyla şampiyon olmaları bana ironik geliyor, adamlar hala Afrikalıları bir şekilde sömürüyorlar diye düşünüyordum. Üzüldüğüm husus Hollanda’nın yarı finali ve 3.lük maçlarını kaybetmesi, Ronaldo’nun sadece 4 golde kalmasıydı. Favori golcülerim İtalyan Vieri, Arjantinli Batistuta ve Şilili Salas başarılı olmuşlardı ama hepsi 6 gol atan Hırvat Suker’in gerisinde kaldılar.

Bergkamp’ın Arjantin’e attığı muhteşem gol, İran’ın ABD’yi eze eze yenmesi, Faslı Bassir’in gözyaşları, İspanya’nın Nijerya’ya 3-2 yenilmesi, Hırvatların Almanları elemesi, müstakbel Galatasaraylı Taffarel’in kurtardığı penaltılar diğer unutamadıklarım. Fransa 98 deyince bir de Ricky Martin’in şarkısı hatıra geliyor.

SüperLig’den İstatistikler

Lig bitti, tüm spor medyası sezon hakkında çeşitli değerlendirmeler yapıyor. Ben de kendi çapımda çeşitli istatistikler derledim. İlk kısımda ligimizin son 5 senesini kapsayan bir puan tablosu hazırladım. Bu tablo takımların sezon başına ortalama puanlarına göre sıralandı.

Son beş yılın istatistiklerine baktığımızda ligimizin en başarılı takımı 71,8 puan ortalaması ile Fenerbahçe olmuş. Onu 68,6 puan ile Galatasaray ve 64,6 puan ile Beşiktaş izliyor.Son şampiyon Bursa ancak 9. olabildi.İşte sıralama:

1. Fenerbahçe 71,8

2. Galatasaray 68,6

3. Beşiktaş 64,6

4. Trabzonspor 55,0

5. Sivasspor 52,8

6. Kayserispor 51,6

7. Gençlerbirliği 43,8

8. İ.B.Belediye 44,0

9. Bursaspor 43,2

10. Gaziantepspor 42,6
Not: Sıralamadaki takımlardan Bursaspor son 4, İBB son 3 sezondur ligde yer aldığı için 4 ve 3 sezon üzerinden değerlendirildiler.

-------------------------------------------------------------------------------------------------
Takımların yine son 5 sezondaki aldıkları sıraya göre ortalama lig dereceleri:

1. Fenerbahçe(2,2)

2. Galatasaray-Beşiktaş(2,6)

3.

4. Trabzonspor(4,4)

5. Kayseri(6)

6. Sivas(7,2)

7. Bursa (9,8)

8. Gençlerbirliği(10,4)

9. Gaziantep(10,6)

10. Ankaragücü(11,8)

Not: Bursaspor ligde olmadığı sezon 19. sayıldı.

Sırada 4 büyükler ve Bursaspor’un son iki yıllık puan durumları sıralaması yer alıyor.



Son olarak 4 büyüklerin son 10 yıldaki sıralama ve puan ortalamaları tablosu.



Görüldüğü üzere Fenerbahçe son 10, 5 ve 2 yıl istatistiklerine göre en başarılı takım. Bir galatasaray taraftarı olarak içimi acıtsa da gerçekler böyle.

20 Mayıs 2010

Okudukça: Pastoral Senfoni

Bu hafta 1948 Nobel Ödülü sahibi Andre Gide’nin Pastoral Senfoni isimli eserini okudum. Fransız yazarın Beethoven’in bir senfonisinden esinlenerek yazdığı Pastoral Senfoni kendisinin en ünlü ve en önemli yapıtlarındandır. Taraf yazarı Pakize Barışta’nın (01.02.2009/Taraf) söylediğine göre, günlük şeklinde yazılmış bu 95 sayfalık kısa kitap, müellifin kendi hayat hikayesinden derin izler taşıyormuş.

Fransa’da taşrada papazlık yapan kahramanımız, birgün kör bir kızla tanışır. Kız acınacak haldedir.Çünkü dağ başında bir kulübede ömrünün ilk 16 yılını hiç dışarı çıkmadan; sağır ve dilsiz bir koca ninenin yanında geçirmiştir. Konuşamamaktadır.Dış dünyayı da bilmemektedir. Ömrü karanlık ve soğuk kulübede oturup yemek yemekle geçer. İşte kahramanımız olan peder (Fransızcada papaza/pedere, pastör[pasteur] denilirmiş, kitabın adında böyle bir gönderme de mevcut yani), çaresiz kızı yanına alır. Zaten bir sürü çocuğa bakan karısı bu olayı hoş karşılamaz. Ama çaresiz kabul eder.

Zaman ilerledikçe papaz kıza konuşmayı öğretmeyi başarır. Ama ona dış dünyayı nasıl tasvir edecektir? Kız ve papaz çok temiz kalplidirler. Kız pekçok şeyi hızla öğrenir. Dünyayı neşe ve coşku dolu bir yer olarak algılar.Papaz mutludur.

Lakin kız ve papaz birbirlerine aşık olmuşlardır. Papaz bu günah sevgiyi kendisine yakıştıramaz. Karısı ile araları iyice bozulur. Gertrude uzaktan uzağa bu mutsuzluğa sebebin kendisi olduğunu farkeder.

İşin ilginç yanı henüz daha aşık olduğunun farkına varamayan temiz kalpli papazımız –ki başta karısı amelie ve Gertrude bunun farkındadırlar- oğlunun kıza aşık olduğunu görünce yıkılır, onu güç bela bu aşktan geri döndürür. Bu arada oğlu ile araları açılır. Zira papa inancını sorgular hale gelmiş ve bu hususta oğlu ile derin tartışmalara girmiştir. Pakize Barışta’ya göre Gide kendi iç dünyasında da bu krizleri yaşamış ve Katoliklik ile Protestanlık arasında karmaşaya düşmüştür.

Kıza olan aşkını anladığında, karısına yaşattığı mutsuzluğu da kavrar ve kızı başka bir yere yollar. Ama ondan vazgeçemez...

Kitap pekçok orijinal temalar işliyor. Bir din görevlisi, vazifesini yaparken kendini farklı duygular içinde buluyor, bunun yanlışlığını biliyor ve acı çekiyor. Kitabı okurken dinimizdeki namahrem kavramı aklıma geldi. İslamiyet bir erkeğin mahremi olmayan bir kadınla aynı ortamda yalnız kalmalarına müsaade etmez. Çünkü insan bu imtihan dünyasında zaaflarla yaratılmıştır ve şeytan insan ruhundaki bu zaafların açtığı deliklerden girip çıkarak insanı saptırmayı kendine vazife bilmektedir. Papaz temiz kalpli biridir, yanlış birşey de yapmıyor ama sonuçta aşık oluyor, ve ailesine hayatı zindan ediyor. Kendisi de bunun yanlışlığını biliyor ama bu duygulara kapıldıktan sonra onları unutsa bile artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır (buradan “benim kalbim temiz” diyenlere selamlarımı sunarım). Ayrıca bu duygular ona inancını da sorgulatacak ve büyük ruhi acılar yaşamasına neden olacaktır. (inancın sorgulanması güzel birşey, taklidi-tahkiki iman meselesi çok önemli, ama burda peder duyguları ile inancı arasında çatışma yaşıyor demek istiyorum)

Kitap çok derin aslında. Ben sınırlı seviyem ile çok derinlerine inemesem de pekçok gönderme ve imayı uzaktan uzağa farkettim gibi geliyor bana.Kimisini tam çözemedim, kimilerini ise hiç farketmemişimdir muhtemelen. Eserin yazarın en ünlü eseri olması boşuna değil. Benim buradaki değerlendirmem sadece tanıtım amaçlı, herkesin okuması lazım gelen bir klasik bu kitap.

Kitap üzerinde fazla düşünmek istemiyorum zira okuduğum kitabı (Oda Yayınları 1989 basım) çeviren Sevim Raşa bence oldukça başarısız. Pekçok yerde üzünç, duyunç, eytişim gibi uydurmaca diline ait ve bana Eski Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in çok sık kullandığı ve hala anlamını bilmediğim gönenç kelimesini hatırlatan ilginç kelimeler kullanmış. Bunlar İncil ayetlerinin çok sık kullanıldığı yelerde insanı iyice sıkıyor çünkü anlamıyorum. Eytişim ne demek? Üzünç de neyin nesi?

Son olarak şunu da ekleyelim.Yukarıda kitabın konusunun yazarın hayatından derin izler taşıdığını söylemiştik. Kitabın başındaki yazar hakkında bilgi verilen kısımda yazarın 17 yaşındaki çok dindar bir kız olan yeğeniyle evleniği yazılı. Ayrıca kurulu düzenin kurallarına, yerleşik düzenin değer yargılarına karşı çıktığı aktarılıyor.

Bu kitabı okuyun. Çok önemli bir çağdaş klasik. Ama iyi bir çevir olmasına da dikkat edin. Piyasada Timaş’ın ve L&M'nin basımı var en son galiba. Pakize Hanım da Timaş'ın çevirisini başarılı bulmuş. Zaten benim okuduğumu (Oda Yayınları) sahaf ve kütüphaneler dışında zor bulursunuz, vesselam.

18 Mayıs 2010

Galatasaray'da bu sezon atılan gollerin ve asisstlerin oyunculara göre dağılımı

Galatasaray'ın bu Sezon Oynadığı Maçlar ve Attığı Goller

Bursaspor Şampiyon

Bu blogda güncel futbol yazıları yazmayı düşünmüyordum ama Bursaspor’un şampiyonluğu sonunda kararımı değiştirdim. Bursaspor’un şampiyonluğu şunu gösterdi. ‘Top yuvarlaktır, futbol 90 dakikadır futbol 3 skorlu bir oyundur, önümüzdeki haftalara bakacağız’ vs futbol geyikleri aslında boş. Kader planında ne yazılıysa o oluyor ve Allah çalışana veriyor. Hoş Fenerbahçe çalışmadı diyemeyiz. G.Saray ve Beşiktaş’a oranla çok çok iyi bir sezon geçirdiler. Son maçta da daha da yapabilecekleri birşey yoktu. Ama sezon boyu istikrarı tam tutturamadılar. En baştaki çok iyi 8 hafta (oyundan çok skor tabii ki- antalya’ya attıkları gol unutulamaz) ve gerçekten çok iyi bir 11 hafta. Aradaki kötü haftalar Fenerbahçe’yi yaktı. Fakat Bursaspor penceresinden bakınca sezon boyu, hatta geçen sezonun ikinci yarısından itibaren harika bir takım ruhu oluşturduklarını görüyoruz.

Beşiktaş’ta çilesini doldurduktan sonra Ertuğrul Sağlam, son bir buçuk yılda takımı ve şehri adeta ellerine aldı ve müthiş bir uhuvvet havası oluşturdu. Allah’ın cemaate rahmetle muamelesini bir kez daha görülmesine vesile oldu. Bursa takım oyuncuları ve şehir halkı olarak müthiş bir birliktelik sağladı.

Erken havlu atan Beşiktaş ve Galatasaray’ın taraftarları da destek çıkınca psikolojik olarak şampiyonluk havasına girdiler ve mütevaziliğiyle ön plana çıkmış hocalarının önderliğinde havalara girmeden şampiyonluğa ulaştılar. Takımdaki gol dağılımına bakınca şunu görüyoruz. Bursaspor tam manasıyla takım oyunu sayesinde şampiyon oldu. Yani bir iki oyuncu ön plana çıkıp takımı taşımadılar. Hüseyin, Ömer, Ali Tandoğan, Tuna ve Zapotocny gibi büyük takımlarda yolu kesilen tecrübeli oyuncular ve Ozan İpek, Volkan Şen gibi Ertuğrul Hoca’nın piyasaya sunduğu genç yıldızlar ile Battalia Ivan ergiç ve İvankov gibi ligimiz ölçüsündeki kaliteli yabancılar iyi bir karışım oldular.

Bu bir devrim şüphesiz. Futbolu takip ettiğim yaklaşık 20 yıldır, bu seneye kadar değil bir Anadolu takımı, Trabzonspor’un bile bir daha şampiyon olacağına inanmıyordum. Herkes olmasa da futbolu takip edenlerin %90 dan fazlası benim gibi düşünüyordu.Geçen sene Sivas bunu kıracak gibi oldu. Ama sonrasında başına gelenler ümitlerimizi hepten yıkmıştı. Nasip Bursa’ya imiş. Çocukluğumuzdan beri hayalini kurduğumuz birşeyin aslında ütopya olmadığını da görmüş olduk. Açıkçası şu anda doğru teknik direktörü bulmaları ve seyirci desteğini Bursa ölçüsünde sağlamaları halinde Eskişehir ve Ankaragücü’nün de bunu yapabileceğini düşünüyorum. Yıllardır bir atılım yapmalarını beklediğim Kayseri ve Antep ise seyirci kültürü oluşturana dek buna ulaşamayacaklar.

Devrimin ikinci yüzü de şu, Bursapor Şampiyonlar Ligi’ne direk katılma hakkı ve oldukça yüksek miktarda geliri kazanma şansını da yakalamış oldu. Seneye Barcelona, Inter, M.United, R.Madrid gibi büyük takımlardan bazılarının yolu Bursa’ya düşecek. Bu çok güzel birşey.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi takım oyunu şampiyon oldu ve oyuncular bireysel olarak ön plana çıkmadılar. Böyle olunca da öne çıkan isim Ertuğrul Sağlam oldu. Son yılların en başarılı hocası olduğu muhakkak. Onu 2. Ligden gelen Kayseri’nin başında ham halinde görmüştük. Ama o zaman bile çok başarılıydı. Uefa onu Avrupa’da en çok gelecek vaat eden 20 teknik adam arasında göstermişti. Daha sonra ise çilesini doldurmak üzere geçtiği Beşiktaş’ta adeta yandı ve Bursaspor’da pişti. Bence Beşiktaş’ın geçen seneki şampiyonluğunda onun da önemli bir payı vardı. Düşme korkusu yaşayan Bursa’yı bir devrede Uefa yarışına sokmuştu geçtiğimiz yıl. Ve bu sene de mütevaziliğini koruyarak, yavaş ama kararlı ve emin adımlarla tevekkül ede ede Bursa’yı buraya getirdi.

Şu an bir Galatasaray taraftarı olmama rağmen küçükken ilkokul beşinci sınıfa kadar bir Beşiktaş taraftarıydım.(doğuştan X takım taraftarıyım diyen herkese inanmayın) İlkokul 4’ e geçtiğim yaz Beşiktaş Türkiye ligleri transfer rekoru kırarak o zamanın parasıyla 70 milyara Ertuğrul Sağlam’ı transfer etmişti. Onu ve eşini bir gazetede görmüştüm. Eşinin başı kapalıydı. Muhafazakar bir futbolcuydu o.O vakitten sonra Hakan Şükür’ü tanıyana dek benim yıldızım oydu.

Hiç unutmuyorum ilk sezonunda 22 gol attı ve Beşiktaş şampiyon oldu. Sonraki yıl 18 gol attı. Sonraki uzun yıllar Beşiktaş formasını başarıyla giydi. Toshack onu defansta bile oynatmıştı.

Fatih Terim, Şenol Güneş ve Mustafa Denizli üçlüsü kariyerlerinin sonlarına geldiler/ geliyorlar. Biri 2008’de, biri geçen sene ve biri de bu son iki hafta ikinci baharlarını tekrar yaşadılar. Artık yerlerini Abdullah Avcı, Tolunay Kafkas, Rıza Çalımbay ve Mehmet Özdilek gibi isimlere bırakıyorlar. Ertuğrul Sağlam bu yeni kuşağın parlayan yıldızı. İnşallah Beşiktaş kapısını kapayıp bursa kapısını açan Allah kendisine daha güzel kapılar da açar.



17 Mayıs 2010

Altın Ayakkabı

Avrupa Ligleri sona erdi. Çocukluğumdan beri ilk kez Avrupa'nın 3 büyük liginde tuttuğum takımlar(Barcelona, Inter ve Chelsea) aynı sezonda şampiyon oldu. Bursaspor da cabası oldu. Benim liglerden daha çok takip ettiğim Altın Ayakkabı yarışmasında da bizden kimse olmasa da Messi, Drogba ve Hİguain gibi üç sempati duyduğum oyuncuyu ilk beşte görmek çok güzel.



Rk. Scorer team league goals factor points


1 L. Messi FC Barcelona ESP 34 2.0 68.0


2 D. Drogba Chelsea FC ENG 29 2.0 58.0


3 A. Di Natale Udinese Calcio ITA 29 2.0 58.0


4 G. Higuain Real Madrid ESP 27 2.0 54.0


5 L. Suarez Ajax Amsterdam NED 35 1.5 52.5


6 W. Rooney Manchester United ENG 26 2.0 52.0


7 C. Ronaldo Real Madrid ESP 26 2.0 52.0


8 D. Bent Sunderland ENG 24 2.0 48.0


9 C. Tevez Manchester City ENG 23 2.0 46.0


10 Seydou Doumbia Young Boys Bern SUI 30 1.5 45.0


11 D. Milito FC Internazionale ITA 22 2.0 44.0


12 E. Dzeko VfL Wolfsburg GER 22 2.0 44.0


13 F. Lampard Chelsea FC ENG 22 2.0 44.0


14 S. Kiessling Bayer Leverkusen GER 21 2.0 42.0


15 D. Villa Valencia CF ESP 21 2.0 42.0


16 S. Arbeitman Maccabi Haifa ISR 28 1.5 42.0


17 O. Cardozo SL Benfica POR 26 1.5 39.0


18 F. Miccoli US Palermo ITA 19 2.0 38.0


19 G. Pazzini UC Sampdoria ITA 19 2.0 38.0


20 L. Barrios Borussia Dortmund GER 19 2.0 38.0


21 R. Falcao FC Porto POR 25 1.5 37.5


22 F. Torres Liverpool FC ENG 18 2.0 36.0


23 B. Ruiz FC Twente NED 24 1.5 36.0


24 D. Forlan Atletico Madrid ESP 18 2.0 36.0


25 J. Defoe Tottenham Hotspur ENG 18 2.0 36.0

16 Mayıs 2010

Barton Fink ve Coen Kardeşler Filmleri Üzerine

Ne var bu Coen kardeşlerde bilmiyorum. Dün yine oturdum bir filmlerini [Barton Fink(1991)]daha seyrettim. Adamların acayip şöhretleri var. Kendilerine has bir tarzları var, ne olduğunu anlayamadığım, bana ‘amma saçma bir film’ dedirten, lakin sonuna kadar izleyebildiğim filmlerden oluşan bir tarz. Galiba kara film diye buna diyorlar. Komedi, drama ve saçmalıklar bir arada...Neyse anlamadığım konulara fazla dalmayayım.

Daha önce de A Serious Man hakkında yazmıştım. Orada, İhtiyarlara Yer Yok ve Orada Olmayan Adam’ı izlediğimi söylemiştim. Wikipedia’da Coen Kardeşler sayfasını açtığımda aslında izlediğim iki filmleri daha olduğunu farkettim: O Brother Where Art Thou?(Nerdesin Be Birader) ve Burn After Reading. Bu iki film gerçekten kara mizah içeren güzel filmlerdi. Ama yine aynı yere geliyorum, herhalde bunu özellikle yapıyorlar, her filmde şunu düşünüyor insan: ‘Bu karakter burada niye böyle yapıyor, böyle yapması çok saçma, kimse burada böyle davranmaz’. Ve tabii ki abartılı ayrıntılar. A Serious Man’de adamın üzerine öyle gidiliyor ki, sanki kainat ona işkence etmek için birleşmiş ama o gıkını çıkarmıyor. Barton Fink’te de sesler üzerine yoğunlaşılmış. Filmde ağlama, gülme ve kusma sesleri çok fazla yer alıyor. Otelin duvar kağıtları sıcaktan eriyen tutkaldan kurtulup kalkıyor ve biz onun sesini işitiyoruz, daktilo tuşunun sesleri ise film boyunca bir şekilde hep arka planda.

Son olarak bana göre Coen Kardeşler filmlerinin baskın özelliklerinden belki de en birincisi; sonu olmayan film. Evet hikaye başlıyor, olaylar gelişiyor, gelişiyor ve şimdi ne olacak derken, iyi de burda ne oldu şimdi, niye böyle oldu ki?’ deyip kayboluyorsunuz. Finalimsi birşeyler beklerken bambaşka şeyler oluyor. Kafanız karışıyor, anlamaya çalışırken bakıyorsunuz, film bitmiş. Orada Olmayan Adam ve A Serious Man böyleydi.

Barton Fink’e gelince, öncelikle 1991 Altın Palmiye Ödülü’nü kazandığını söyleyelim. Olaylar 1941’de geçiyor. Son yazdığı tiyatro oyunuyla kariyerinin zirvesine uzanan Barton Fink, sinema endüstrisinden aldığı yüksek maaş önerisini geri çeviremeyip Los Angeles’a taşınır. Kaldığı garip otelde bir türlü işine yoğunlaşamaz ve kendisinden beklenen senaryoyu üretemez. Yan dairedeki iyi kalpli sigortacı komşusu ona iyi bir arkadaş olur. Tanıştığı ayyaş yazarın sekreteri ile gönül ilişkisi kurar. Başına ilginç olaylar gelir, yan dairedeki komşusu bambaşka bir kişiliktir ve ona yalan söylemiştir. Olaylar tersine dönmüştür ama işlerin ters gitmesi ve yaşadığı şoklar ona aradığı ilhamı sunar. Eseri bir gecede yazar.

Aynı A Serious Man’deki gibi olaylar filmin kahramanı açısından son derece bunaltıcı ilerliyor. Adama acıyorsunuz. Ama birden olaylar düzelmeye başlıyor. Tam evet olacak galiba derken Coen kardeşler yine aynı şeyi yapıyorlar. Fink’e hayran olan ve bir ara ayağının altını dahi öpen şirket patronu senaryoyu beğenmeyip Fink’i azarlıyor ve kovmaktan beter ediyor. Üstelik Fink hala hayatının eserini yazdığını düşünmekte. Günlerce otel odasında baktığı resim sahilde gerçek olarak karşısına çıkıyor. Film anlamsız ve karışık bir şekilde sona eriyor.

Sinema büyülü bir dünya. Son 6-7 aydır kendimi bu dünyanın içinde bulmaya başladım. Daha önce de film seyrederdim ama son aylarda değişik bir hal aldı. Artık benim izleyip de sevdiğim filmler arkadaşlarıma sıkıcı gelmeye başladı. Ayrıca artık seri izlemelere kaymaya başladım. Mesela bir oyuncunun bir performansını beğenince peşpeşe başka filmlerine kaymaya başladım. George Clooney ve Sean Penn’in ikişer üçer filmlerini yakın aralıklarla seyrettim. Coen filmlerine olan ilgim de bunun gibi. Değişik filmlerini izleyip filmografilerini keşfetmek, filmler arasında bağlntılar kurma hoşuma gidiyor sanki. O yüzden bu blogdaki yazılar entellektüel açıdan hiçbir değer ifade etmese de yazmaya devam edeceğim.

13 Mayıs 2010

İki Deniz ve Sol'un Görüntüleri


Mümtaz’er Türköne’nin 9 Mayıs Pazar günü Zaman Gazetesi’nde çıkan İki Deniz ve Sol'un Görüntüleri isimli yazısından Deniz Gezmiş ve sol düşünce hakkındaki yorumu:

“Geçtiğimiz hafta, idam yıldönümü vesilesiyle Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını hatırladık. Kanaatimi tekrarlayayım: Bu idamlar bir haksızlıktı. Hem Deniz Gezmiş'lere hem de daha sonraki nesillere. Bu idamlar 12 Mart dönemine son noktayı koymadı, 12 Eylül'e giden upuzun terör yıllarının başlangıcını oluşturdu. Deniz Gezmiş'i bir kişilik modeli olarak benimsemiş çok sayıda genç, kavgada hayatını kaybetti. Aynı modelin peşinden giderken karşısındakinin canına kıydı. Deniz Gezmiş'i hem asanlar hem de ona ağıt yakanlar, Deniz Gezmiş'in adını duvarlara yazarken canından olan gençler üzerinde sorumluluk taşıyorlar. Deniz Gezmiş asılmasaydı, durulacak ve 1974'te Ecevit affıyla kuvvetle muhtemeldir ki yeni bir hayata başlayacaktı. Belki de bugün, Deniz Baykal'ın rakibi olacaktı.

Deniz Gezmiş'in hikâyesi gerçekte solun, yani eşitlik peşinde koşanların değil, kanı kaynayan ve macera peşinde koşan gençlerin darbeciler tarafından nasıl kullanıldığını anlatır. Görüntülerde hep masum ve meydan okuyan haliyle duran Deniz Gezmiş'i hatırlayın. Sırtında Amerikan pilotlarının giydiği montla bir Amerikan motosikletine binip Amerikan emperyalizmine karşı kır gerillasını başlatma hikayesi, o yaştaki bir gencin bile inanamayacağı kadar çocuksu bir hikâye. Onlar darbe ortamı hazırlamak için kullanıldılar; sonra darbe gerekçesi olarak asıldılar.

Türkiye'nin çoğu zaman çocuksu, sıklıkla haksızlığa uğramış sol damarı, hep darbelerin ve darbecilerin gölgesinde kaldı. Eğer devrim yapacak işçi sınıfı yoksa, önce burjuva devrimi yapılır; bunun için ilerici subaylarla ittifak edilir. Bu tez Sol'u, sadece ve sadece elindeki silahla iktidar peşinde koşan darbecilerin oyuncağı haline getirdi. Sol, bu burjuva devrimi tezi ile evden kaçıp kötü yollara düşmüş oldu. Kendisini bataklıktan hâlâ kurtaramadı.”

Okudukça: Sonbahar Yıldızları Altında


Sonbahar Yıldızları Altında Knut Hamsun’un sonradan Göçebe Adam ismiyle birleştirilen üçlemesinin ilk bölümü. Hamsun Norveç edebiyatının en büyük yazarlarından biri ve 1920 yılında Nobel edebiyat ödülü kazanmış. Bu eser Victoria ve Açlık’tan sonra yazarın okuduğum üçüncü kitabı oldu. Bu üç kitabı da beğendim. Özellikle Açlık bana göre muhteşem bir kitap. 3 kitapta da, okurken yazılanların yazarın kendi başından geçenler olduğunu kavrıyorsunuz. Zaten Sonbahar Yıldızları Altında’da direk belirtiyor bunu.

Knut Hamsun okumanın en güzel yanı aynı zamanda memleketimizin yetiştirdiği büyük şeirlerden Behçet Necatigil’i de okuyor olmanız. Yabancı yazarlar ne kadar muhteşem olursa olsun bir kitaba sizi ısındıran, sevdiren genelde çevirmenler olur. Çünkü kitap çevirmek o kitabı sıfırdan yazmak kadar zordur. Necatigil’in hiçbir kitabını ya da şiirini okumasam da büyüklüğünü Hamsun çevirileri ile anlamış bulunmaktayım.

Kitabın üçlemenin ilk parçası olduğunu bilseydim alır mıydım bilmiyorum.Zira Göçebe Adam ‘ı kütüphanede görmüştüm, çok kalın bir kitaptı. Hem benim aldığım Sonbahar Yıldızları Altında Milli Eğitim Bakanlığı’nın İskandinav Klasikleri dizisinden 1949’da çıkmış olan (evet yanlış okumadınız kitabın basım tarihi 1949) ve zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün önsöz yazdığı bir kitap. O yüzden adını daha önceden hiç duymadığım bu kitap beni hemen cezbetti ve bir solukta okuyuverdim. Muhtemelen bu haliyle çok nadir bir kitaptır, çünkü belirttiğimiz gibi üçleme tek kitap yapılmış sonradan.

Kitapta şehir hayatından sıkılıp başka insanlarla tanışmayı isteyen yaşlı bir adamın Norveç’in kırsal kesimlerine yaptığı yolculukları, oralardaki çiftliklerde çalışmasını, bunu sıradan bir köylüymüş gibi kendini gizleyerek yapışını anlatıyor. O doğallığı özlemiştir ve hiç kibire girmeden kendini gizler, herles onu bir işçi zanneder. Çiftlik çiftlik dolaşır, samanlıklarda yatar. Değişik kadınlara aşık our, dostlar edinir ve aşk onu yeniden şehre sürükler.

Son olarak Behçet Necatigil’den bir alıntıyla bitirelim:

“Şehir dışı hayata, kırlara karşı duyduğu pastoral aşkı, hemen bütün eserlerinde yaşatmasını bilen ... Hamsun, tabiat insanını tanıtması bakımından yirminci yüzyıl dünya edebiyatının orijinal bir yazarıdır.”

Okudukça: Hicret Hayatından İbretlik Hatıralar


Son zamanlarda derslerin yoğunluğundan fazla kitap okuyamaz olmuştum. Bu hafta uzun zamandır bir türlü bitiremediğim İbretlik Hatıralar’ı bitirdim. Osman Şimşek’in yazdığı kitap “M.Fethullah Gülen’in Ruh Dünyasına Ayna” alt başlığını taşıyor.

Fethullah Gülen Hocaefendi, 10 yılı aşkın bir süredir adı Baykal’ın (son günlerdeki açıklamasında da geçtiği için medyamızda popüler hale gelen) ABD’nin Pennsylvania eyaletinde yaşıyor. Sağlık sorunları nedeniyle gittiği Amerika’da 10 yıldır tam anlamıyla bir hicret hayatı yaşıyor. Niye Türkiye’ye dönmediğine dair pekçok açıklama Herkul.org’daki Bamteli serilerinde, Faruk Mercan’ın Biyografi kitabında (ve bu eserde de) defalarca anlatıldı. Benim anladığım Türkiye’ye dönmeme sebebi manevi. Önderliğini yaptığı hareket de zaten on binlerce ferdiyle dünyanın değişik yerlerine hicret ediyor ( yakında ben de inşallah). Efendimiz , ondan önceki peygamberler ve sonraki asırlarda gelen tüm manevi önderler istisnasız hicret etmişler. Hocaefendi de aynı yoldan devam ediyor. Burda önyargılı insanların dediklerine kulak asmadan kitabın ayrıntılarına giriyorum.

Öncelikle kitabın yazarına bakalım. Osman Şimşek 10 yıllık gurbeti Hocaefendi ile yaşamış nasipli bir yazar. Hayatı ve şuanki yaşayışı hakkında çok ayrıntılı bilgiler veriyor. Hocaefendi’ye bağlılığı nedeniyle objektif davranamadığını görüyoruz. Ama bu subjektiflik yanlış ve abartı şeyler yazdığı anlamına da gelmiyor.

Medyada çok defa çarpıtılarak ve yalan yanlış yazılan pekçok ayrıntıya açıklık getiriyor. Nerede hangi şartlarda kaldığı, ne ile geçindiği vs hakkında ayrıntılar bulabilirsiniz kitapta. Evlilik, kurban, duanın gücü, tevazu, peygamber sevgisi, gece ibadeti,namaz ve ahiret hayatı gibi konular hakkındaki görüşleri anlatılıyor. Özellikle Evliliğe dair Mülahazalar bölümü hiçbir yerde bulunamayacak bir orijinalliğe sahip. Kanaatimce evlenecek her Müslümanın evlenmeden önce okuması gerek o bölümü.

Eserde yine F.Gülen’in hakkındaki davalardan beraat etme sürecini uzun uzun anlatıyor. Bu bölümde hiçbir eserini okumadan onu eleştiren ve içinde ABDli, CIAlı cümleler kurarak ona iftira atanların bu bölümü okusalar ne kadar utanacaklarını hayal ettim. Ona haksız yere zulüm yapılan bir çığırı başlatan ve bununla “düğmeye ilk ben bastım”diye övünen bir zavallının kamuoyunda pek bilinmeyen akıbetini öğrenip ibret aldım.

10 Mayıs 2010

İstanbul Kültür Başkenti

Ali Bulaç'ın Dünya Bülteni'nde yayınlanan yazısından:
Yeni kurulan Maskat ve Cidde ile İstanbul’un yeni kurulan semtlerini mukayese edin, tarihi yarımada dışındaki kaosuyla İstanbul bu şehirler yanında bir gecekondu hükmünde kalıyor. Düşünün muhafazakar-dindar bir partinin Büyükşehir Belediyesi, Avrupa’da ancak taşra küçük şehir ve kasabalar için geliştirilmiş “Avrupa Kültür Başkenti” yaftasını İstanbul için kolaylıkla kabul etti, bununla da hepimizin gurur duymamızı istedi. İmparatorluk bakiyesi olan bir ülke için yürekler acısı bir tablo bu.


bir reklam ve zararını bile bile tiryakilik

Geçen hafta (29 nisan) Taraf Gazetesi’nde gördüğüm bir reklam afişi çok hoşuma gitti. ‘Bu kitabı hiç almadınız, çünkü vicdansızsınız.’ Gibi bir sloganı vardı. Hayy Kitap’ın yayınladığı Cep Tehlikesi isimli kitap Selim Şeker’e ait. Sadece 15 yıl önce nüfusun %99’ unda olmayan cep telefonu artık günümüzde 12 yaş üzeri nüfusun %90’dan fazlasında var.(Rakamlar kesretten kinaye ama çok da yanlış sayılmaz)


Cep telefonları yaydığı radyasyonla yoğun kanser riskini hayatımıza sokuyor. Yeni nesillerimiz bu riskle büyüyor. Muhtemelen 15 -20 yıl sonra etkilerini daha somut olarak göreceğiz. Öte yandan bu satırların yazarı da bu kitabı büyük ihtimalle okumayacak. Çünkü pekçok insanda olduğu gibi “bunları zaten biliyorum” psikolojisi bende de var. Onu geçin insanoğlu zararını bile bile pekçok zararlı alışkanlık ve tiryakiliğin peşinden ayrılamıyor. Mesela sigara. Önceleripaketlerin üzerinde küçük bir punto ile ‘sigara sağşığa zararlıdır.’ Yazardı. Sonra sigaranın çeşitli zararları büyük büyük boyutlarla yazılmaya başlandı. Bir bakkal ya da markette sigara reyonunun önüne geçip baktığınızda sanki bir sigaranın sağlığa zararlarını anlatan afişler sergisine bakmış gibi oluyorsunuz.

Anak bu da çare olmadı ve sigaranın zararları bilinmesine rağmen kullanılmaya devam ediliyor. Şimdi de kocaman resimler koyacaklarmış. Bence bu da çok etkili olmayacak. Ama en azından evde babasının sigara paketini gören çocuklar belki de ürküp korkacak ve sigaraya daha ön yargılı olacak.

Bu arada çok küçük yaşlardan itibaren çocuklarının yanında sigara içen ve onlara sürekli sakın sigara içme diyen ebeveyn ve öğretmenlere lanet okuyorum.

Cep Tehlikesi- Selim Şeker

Sigara ve Kul Hakkı


Sigaradan nefret ederim, kokusuna dayanamam, tiksinirim. Bir futbol fanatiği olmama rağmen bu seneye kadar digitürk maç yayını veren yerlerde maç seyredemedim çünkü kendi evimde digitürk/dsmart olmadığı için sigara içilen o yerlere gitmem gerekiyordu, ama gidemezdim. Zira o kafeler, kahvehaneler masmavi bir duman içinde olurdu. Maç sonu eve dönüşte elbiseler zift gibi olur, koku odaya siner sabaha kadar havalandırmak gerekirdi.

Hükümetin kapalı yerlerde sigara yasağı uygulaması sekiz senedir yaptığı en iyi icraatlardan oldu. Sigara içenin aslında en az kendisi kadar çevresine de zarar verdiğini herkes biliyor. Buna rağmen sizin yanınızda sigara içenler, dumanı ne tarafa gidiyor diye dikkat etmeyenler, sizi fazla hassas olmakla suçlayanlar,... insanı çileden çıkarıyor. İnsanın akrabaları, dostları, arkadaşlarının sigara içmesi; dost meclisinde bile size azap ve işkence yaşatıyor. Neyse ki insanlar şimdilerde başkalarına karşı daha nezaketli davranıyor. İnsanlar eskiden otobüs ve trenlerde bile sigara içerlermiş. O zamanlara rastlamadım çok şükür. Ama şehirler arası yolculuklarda şöförün sigara içmesinden pekçok defa muzdarip oldum. Belki de çok hassasım. Pekçok üst seviye otobüs firmasında buna rastlardım, şöför camını açıp sigarayı yakınca koku arkalara kadar gelir,ve ben de sinir olurdum. Son bir iki yıldır rastlamadım. Ya yanınızdaki adam 6 saat boyunca sigara içseydi. Hiç düşünmek istemiyorum.

Aynı husus namaz kılarken de geçerli. Özellikle cumalarda üzeri leş gibi kokan insanlar beni çileden çıkarıyor. Kardeşim bari cumaya üzerine sigara kokusu sinmemiş elbise ile gelin. Daha da kötüsü 5 vakit namaz kılıp, 20 vakit sigara içenler de var, üstelik neredeyse tüm alimler sigaraya haramdır diye fetva verdiği günümüzde. Onları kınamıyorum, ben sütten çıkmış ak kaşık gibi günahsız bir kul değilim ama bu nasıl bir tenakuzdur çözemiyorum.

Çocukluğumdan beri kocası sigara içip kendileri içmeyen kadınlara hep hayret eder hem de acırdım. Bu adamın bu huyuna nasıl katlanıyor diye. Oysa o da çoktan pasif içici olmuştu. En acısı da çocuklar. Küçük yaştan itibaren babasının dumanı altında yaşıyorlar. Bu konuda hassasiyet gösteren tiryaki babaya çok az denk geldim.

Kul hakkı diye birşey var. Bu insanlar bunun hesabını diğer tarafta nasıl verecekler? Yorulmuşsunuz, ıslanmışsınız, güç bela bir durağa sığınıyorsunuz ve yandaki amca dumanı yüzünüze yüzünüze üflüyor. Müslüman adamsın, beni bir defa daha nerede bulup da helallik isteyeceksin? Hadi beni buldun veya ben helal ettim, ya yandaki, ya diğeri, ya başka yerde rahatsız ettiklerin, ya çocukların? Zehirlediğin çocuklarının hesabını, onların rızkından kesip sigaraya verdiğin paraların hesabını nasıl vereceksin? Adam 600 lira asgari maaş alıyor dörtte birini sigaraya veriyor. Başbakanın gecekondu ziyaretlerinde karşılaştığı manzara o kadar yaygın ki...Yaptığı bazılarına popülizm gibi gelebilir ama o insanların büyük kısmı sigarayı bırakmış ve çoluk çocukları rahat nefes almışlar.

Bu yazıyı yazmama vesile olan ve sigaraya bağlı nefes darlığı başlangıcı teşhis edilince sigarayı bırakan enişteme selamlarımı sunar, acil şifalar dilerim.