25 Ağustos 2010

Cebimde Bir Şey Yok Ki…

Teyzemin torunu… Henüz 5 yaşında… Oldukça şirin ve sevimli… Tam sevilecek çağında derler bizim oralarda, aynen öyle.

Geçenlerde bu sevimli afacan ailesiyle bize misafirliğe gelmişler.

Hava sıcak, herkes evin arka bahçesinde… Bizim sevimli afacan bir ara kayboluyor, ortalıklarda yok... Dışarı çıkma ihtimali olmadığı için annesi biraz rahat. Ve derken birden bahçeye zuhur ediyor. Bütün iltifatlar, sevmeler, bakışlar, güzel sözler, şakalar üzerinde yoğunlaşıyor. O da sevimli sevimli gülümsüyor her zamanki gibi.

“-Oğlum anlatıver bakalım baban nereye gitti?”

“-Palik tutmaa gitti.”

-“Benim oğlumun babası palik tutmaya gitti teyzesi, akşam olunca balıkları yicez.”

Ama bir gariplik var üzerinde. Ağaçların arasında dolanıp duruyor. Annesi lafa dalıyor, çocuğun üzerindeki ilgi ve iltifatlar yerini başka konulara bırakıyor. Konuşmanın merkezinde artık o yok. İlgi çekmek istiyor oysa o. Ama niye kimse ona dönüp bakmıyor. Niye başka şeyleri konuşuyorlar, oysa onda ne olduğunu bir bilseler… Bir şey yapmalı, herkes tekrar ona bakmalı, ona ilgi göstermeli.

Bir ara kadınlar susuyorlar herkes şöyle bir duruluyor. Babaanne çayını yudumluyor. Teyzeler uzaklara bakıyor, anne elişiyle meşgul.

Sessizliği bozmanın tam vakti.

-“Cebimde bir şey yok ki benim.”

Herkes şaşkın, kız kardeşim gülümsüyor, teyzem içinde şefkat yoğunluklu bir bakışla kaşlarını çatıyor. Annesi gel bakalım deyip bir anda kolundan yakalıyor.

“-Ne varmış bakalım cebinde.”

Küçük cebe giren eller, bir anda kaygan küçük cisimlerle karşılaşıyorlar. Üç tane kırmızı Japon balığı… Çoktan ölmüşler… Kız kardeşimin gülümsemesi kayboluyor.

Sinema: 11’e 10 Kala

11’e 10 Kala Pelin Esmer’in yönettiği 2009 tarihli Türk-Alman-Fransız ortak yapımı bir film. Son bir yılda pek çok ödül kazandı. Başrollerde yönetmenin babası Mithat Esmer ve Nejat İşler yer alıyor.

Filmde ömrünü kitap, gazete ve saat başta olmak üzere pek çok değişik nesneyi biriktirerek geçiren yaşlı bir adamın öyküsü anlatılıyor. Mithat Beyin koleksiyonları artık eve sığmaz hale gelmiştir. Bununla birlikte apartman sakinleri bir müteahhitle anlaşıp apartmanı yıkma kararı almıştır. Ancak Mithat Bey bu karara imza atmayacak ve zaten kendisini sevmeyen komşuların taşınmasıyla binada yalnız kalacaktır. O, koleksiyon tutkusu ile her gün biriktirdiği nesneleri toplamaya devam eder. Bir yandan hastalıklarla uğraşırken bir yandan da onu anlamayan insanlarla mücadele eder. En büyük tutkusu, Reşat Ekrem Koçu’ya ait İstanbul Ansiklopedisi’nin kayıp olan son cildini bulmaktır.

Mithat Bey karakteri gerçekten müthiş bir karakter. Yönetmenin babası rolünü çok gerçekçi bir şekilde oynuyor. Tutkuları takıntı halini almış huysuz ve inatçı bir ihtiyar. Geçip giden ve bitmek üzere olan bir ömrün her ayrıntısını arşivlemek istiyor. Mesela lokantada yediği ekmeğin üstündeki fişten, hastanede kendisine vurulan iğnenin şırıngasına kadar he şey var bu arşivde.

İnatçı ve huysuz aynı zamanda yalnız ve mutsuz bir adam Mithat Bey. Kaçak içki koleksiyonu ve arşivlediği gazete ve dergilerden inançlı biri olmadığını anlıyoruz. Mutsuzluğunun ve yalnızlığının sebeplerinden biri de bu belki de. Lokanta sahibesiyle aralarında geçen şu diyalog çok ilginçti:

-Kader işte.

-Ama ben kadere inanmam, hiç.

-Öyle demeyin Mithat Bey, kadere inanmak insanı hakkaten rahatlatıyor. Beni çok kurtarmıştır.
Bu replik bana Bediüzzaman’ın “Kadere iman eden, kederden emin olur.” Sözünü hatırlattı. Bu söz herkesin aklına ilk geldiği gibi kadere körü körüne teslimiyeti değil, olaylar olup bittikten ve yapacak bir şey kalmadıktan sonra başa gelen hadiselerdeki hikmetleri düşünmeye çalışıp tefekkür ve tevekkülle olaylara bakmayı anlatıyor. Madem Allah hiçbir surette abes iş yapmaz, o zaman vardır bir hikmet diyorsunuz. Hangi günahım buna sebep oldu diye düşünüp aynı zamanda musibet karşısında isyan etmeden sabır gösteriyor, bunun sonucunda zahmetin rahmete çevrildiğini görüyor ve oyuncunun deyimiyle “hakkaten” rahatlıyorsunuz. Hüzün ve keder yerini huzura bırakıyor. Bu benim kendi yaşantımda da tecrübe ettiğim bir olgu. Bu düsturun böyle bir filmde karşıma çıkması da hoş oldu doğrusu.

Filmin ilginç noktalarından birisi de saf ve iyi kalpli olarak düşündüğümüz kapıcının Mithat Bey gibi bizi de kandırmayı başarmış olmasıdır. Kendisine güvendiği kapıcı ona ihanet ediyor ve en sonunda da inanmadığı kaderine terk ediyor Mithat Beyi.

Filmin benim açımdan bir diğer sürprizi de bazı sahnelerin Boğaziçi’nin en sevdiğim yeri olan kütüphanede geçmesi oldu. Çok sık dolaştığınız yerleri filmde görmek insanın hoşuna gidiyor.


Moğollar ve Darbe

Mümtaz’er Türköne’nin 10 Ağustos’ta Zaman gazetesinde çıkan Mankurtlar isimli yazı dizisinin ilk bölümü olan Moğollar ve Darbe isimli yazısından:

İnsanlık tarihi boyunca insan eseri felaketler arasında, II. Dünya Savaşı'na denk bir kıyım 13. yüzyılda Moğol İstilası'nda vuku bulmuştur. Moğol istilası, tam anlamıyla korku ve dehşete dayalı bir katliamlar zinciridir. Ele geçirdikleri her şehirde, yaşlı, kadın ve çocuk demeden herkesi son ferdine kadar öldürerek, bütün dünyaya dehşet saçtılar. Kan dökme bir istila yöntemi olarak uygulandı. Katliam dehşetini öğrenen diğer şehirlerin bu yöntemle direnmeden teslim olmaları amaçlandı. Moğol İstilası boyunca öldürülen insan sayısının 30 ile 60 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Birçok kavim ve etnik grup bu katliamlarla ortadan kalkmıştır.
Bütün tarih boyunca, İslâm dünyasının başına gelen en büyük felaket de budur. 13. yüzyıl, İslâm medeniyetinin zirvesidir. Ne var ki Moğollar bu ileri medeniyeti yerle bir etmişler, adeta yok etmişlerdir. Göz kamaştıran İslâm medeniyeti, bu istiladan sonra bir daha eski parlak günlerine dönememiştir. Cengiz Han'ın torunu Hülagu'nun Bağdat'ta estirdiği dehşet, bugün Anadolu'da atasözlerinde yaşamaktadır. Karşısındakine haksızlığın, zulmün en yüksek mertebesini ifade etmek için "Hülagu musun bre kâfir?" sözü hâlâ kullanılır.

Her yanı kana bulayan, ortalığı yakıp yıkan ve taş üstünde taş bırakmayan Moğolların akıbeti ne oldu? Bu sorunun sarsıcı bir cevabı var: Önce Müslüman, sonra Türk oldular. Osmanlı'nın Tatar taifesi dediği Müslümanlar bunlardır. Moğol İstilası, vahşi bir istilacı gücün, ileri medeniyete sahip halklar arasında nasıl eriyip kaybolduğuna örnektir. Güçlü medeniyet ve kültür, kendisine galebe çalan halkları içine alıp asimile etmiştir. Bu örnek, aramızda yaşamaya devam eden Moğolların yani darbecilerin, nasıl hizaya geleceğini de anlatıyor.

19 Ağustos 2010

Okudukça: Kara Kıtadan Kara Tablolar Şempanze Çocuklar

Geçen aylarda bu kitabın tanıtımını Kitapzamanı’nda görünce şok olmuş ve yüreğim burkulmuştu. Afrika’da Swaziland diye bir ülke vardı ve burada “Çocuk Bakım Çiftlikleri” vardı. Bu çiftliktekilerin vazifesi aile içi tecavüzden doğduğu için veya fakirlikten dolayı ormana bırakılan ve dişi şempanzeler tarafından büyütülen çocukları ormanda yakalayıp, bu merkezde rehabilite ederek topluma kazandırmak.

Kitabın yazarı Riccon İlhan Doğan İsviçre’de yaşayan bir beden dili öğretmeni ve pandomim sanatçısı. Kendisi bu kitapta Swaziland’da yaptığı yardım organizasyonları esnasında karşılaştıklarını anlatıyor. Anlattığı şeyler inanılmaz şeyler, masal gibi sanki inanamıyorsunuz. Bu zamanda böyle şeyler olur mu diyorsunuz. Ama maalesef…

Doğan ilk önce çeşitli temaslar kurarak öğrenci gurubu oluşturuyor ve bu guruba komedi gösterileri yaparak onlara eğitim veriyor. Eğitimin temel konusunu çocukları AİDS’e karşı bilinçlendirmek içeriyor. Çünkü ülkenin %35’i AIDS hastası ve üstelik bu oranın büyük kısmı da çocuk denilecek yaşta. Eğitilen bu çocuklara çeşitli skeç ve gösteriler de öğretiliyor ve Riccon İlhan Doğan bu öğrencilerle okulları gezerek ve sokaklarda çeşitli gösteriler düzenleyerek halkı AIDS’ e karşı bilinçlendirmeye çalışıyor.

Yazarın diğer projeleri arasında fakir bölgeleri gezerek çeşitli yardımlar ulaştırılmasını sağlamak, ormandan çocuk toplamak vs. yer alıyor. Kaçak evleri yıkılacak bir mahalleye yeni evler yapabilmek adına İsviçre’ye dönüp çeşitli gösteriler yaparak finansman sağlıyor. Halka kendini o kadar sevdiriyor ki şehirlerde yaşayan Afrikalıların bile kendilerinden korktukları köylere gidebiliyor. Sonradan öğrendiğine göre o bölgede onun kaldığı günlerde bir beyaz kaçırılmış ve yerlilerce YENİLMİŞ. Doğan yine aynı günlerde hapse düşüyor ve sabah boğazına bıçak tutan insanlara ve gardiyana tüm parasını kaptırarak kurtuluyor oradan.

Afrika’nın en fakir ülkelerinden biri olan bu ülkede onlarca yardım kuruluşu var ve hepsi de büyük meblağlara hükmediyor. Yazarın iddiasına göre yardımların sadece %25’i insanlara ulaşıyor ve bu insanların büyük kısmı ihtiyacı olmayan insanlar. Bir sürü trajik hikâye daha…

Kara Kıtadan Kara Tablolar gerçekten, hüzün ve acıyla okuyorsunuz. Ülkede o kadar çok zengin beyaz var ki. Hemen hepsi burada zengin olmuşlar. Yardım kuruluşlarının pek çoğu vergi kaçırma ve kara para aklama adına çalışıyor. Göstermelik yardımlarla basına hoş gözükülüyor. Herkes bir şeyler yapıyormuş gibi yapıyor. İlhan Doğan basit bir inşaata bile işçilere moral verebilmek için kendisi de çalışıyor. Zira işçiler paralarını alamıyor. Çünkü Avrupa’dan bankaya yatan paralar Swaziland’ a ulaşınca daha bankadan çıkmadan yavaş yavaş kayboluyor. Kızıl Haç’ın merkez binasının karşısında insanlar çayırlarda yaşıyor. Yardım merkezinde kalan engelli çocuklar ve AIDS ve HIV hastaları çok az miktarda yemek verilir ve zor şartlarda bakımsız ortamlarda kalırken, bu ‘hayır’ kurumlarının yöneticileri lüks villalarda sefahat içinde yaşıyorlar.

Riccon İlhan Doğan anlatıyor da anlatıyor ve içiniz burkularak okuyorsunuz. Kalbiniz dayanmıyor. Düşünün okullarda veli toplantılarında aile tecavüzün yanlışlığına dair telkinler yapılıyormuş. Daha ne konuşulur, ne yazılır ki?

İşin daha da acı tarafını Habertürk ‘teki röportajında anlatıyor Doğan:

Uluslar arası yardım kuruluşları paraları bu bölgelere aktarmaya çekiniyor. Bu iş biraz ticarete dönüşmüş. Hıristiyanların tekelinde bu iş. Ben bunu dinler adı altında konuşmak istemiyorum. Keşke bir çok ülke bu organizasyonlara katılsın. O organizasyonlardakiler gidiyorlar, beş yıldızlı otellerde kalıyorlar, yiyorlar, içiyorlar, fotoğraf çekiyorlar ve geri dönüyorlar. 20 yıldır duruyor bu olay. AIDS’in kökeni de 20 yıllık. Hep artıyor sayısı. Bu kitabı da yazdım birkaç uluslar arası yayınevine götürdüm. “Bu kitabı basamayız” dediler. “Afrika’nın yüz karası” dedikleri Şempanze Çocukları hikayesinin duyulmasını istemediler. “Başka bir ülkede yayınlayın, sonra biz de yayınlayalım” dediler. Türkiye’de yayınlandı. Yine götüreceğim bakalım ne olacak? Burada insani bir olay var, bu işin ticari yanı yok. Tüylerimi diken diken eden bir olay var ortada.

Dil Meseleleri: Hoca-Öğretmen, Talebe-Öğrenci

“Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin bir kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir. İsteyen, arayan, susayan.”
Cemil Meriç ‘in bu sözleri “Hoca Camide” zırvalığının üreticilerine verilmiş ne güzel bir cevap. Zira camideki görevlinin ünvanı “imam”dır. Hoca kelimesinin çok daha şümullü bir anlamı var. Kendisine saygı duyulan, sizi yetiştiren bir üstat. “Öğretmen”deki robotumsu soğukluk yok. O yüzden sadece lise ve üniversitelerdeki öğretmen ve öğretim görevlilerine değil, spor takımlarındaki çalıştırıcılara bile “hocam” diye hitap edilir.

Osmanlı

Mustafa Armağan’ın Osmanlı: İnsanlığın Son Adası isimli kitabında aktardığı, Hilmi Yavuz’un muhteşem Osmanlı tarifi:

“Osmanlı’nın inceliği ve imtidâdının anlamı burada işte: Soylu ama tepeden bakmıyor, muhteşem ama insanı ezmiyor; büyük ama ürkütmüyor.”

Sinema: Gölgesizler

Hasan Ali Toptaş’ın aynı adlı eserinden uyarlanan 2008 yapımı Gölgesizler filmini İstanbul – Kütahya arasında otobüste seyrettim. Altan Erkekli, Selçuk Yöntem ve Taner Birsel‘den oluşan kadroyu görünce ben bu filmi daha önce niye duymamışım diye şaşırdım.

Film oldukça değişik bir senaryoya sahip. Garip bir köyde yaşanan garip olaylarla dolu. Köyde insanlar peş peşe kayboluyor. (Öte yandan şehirde bir berber dükkânı var. Orada da insanlar sırayla kayboluyor.) Köyün muhtarı kayıpları çözmeye çalışıyor. Ama başaramıyor. Köydeki insanlar garip giysiler ve adetler içindeler, herkesin saçı sakalı karışık. Kayıplara karışan köyün berberi yıllar sonra geri dönüyor. Bu sefer onu yıllardır hasretle ve sabırla bekleyen karısı kayboluyor. Şehirden köye gelen bir berber(köyde berber dükkânının olması da çok garip, köylerde berber dükkânı olmaz, böyle kabiliyeti olan biri insanları ücret karşılığı tıraş etse de, köyde dükkân açıp akşama kadar müşteri beklemez, hele böyle küçük bir köyde aç kalır) sıradan insanların arasına katılmak için köye yerleşiyor.

Filmde pek çok rahatsız edici sahne mevcut. Hem müstehcenlik var hem de vahşet. Özellikle filmin en sonundaki bebeğin doğum sahnesi, atın çocuğu tepelemesi, … Karakterler de garip, saçma ve anlaşılması zor bir şekilde ele alınmış. Ahlaksız bir imam, sürekli saçma sapan hikâyeler anlatan ama herkesin kendisine danıştığı 90lık kör bir dede, 9 karısı ve 30’dan fazla çocuğu olan asker Hamdi, Aynalı Fatma diye nasıl bir sıfatla anlatılabileceğimi bir türlü bulamadığım bir kadın, sürekli “Kar neden yağar?” diye soran bir meczup…

Olaylar, karakterler buğulu ve absürt. Her şey karma karışık. Pek çok kez şaşırarak izledim filmi. Her şeyin rüya olması belki biraz mantık zeminine oturtuyor filmi ama ben filmin pek çok açıdan zayıf olduğunu düşünüyorum. Böyle bir oyuncu kadrosu ile çok daha etkileyici bir film çekilebilirdi. Filmde Altan Erkekli ve Taner Birsel çok pasif kalıyorlar. Sürekli bu ikisinden olayları çözecek bir şeyler yapmalarını bekledim, böylece film biraz daha akıcı olacaktı ama yönetmen bu iki karakteri böyle pasif bir şekilde olmalarını uygun görmüş.

Senaryonun uyarlandığı Gölgesizler isimli kitabın sahibi ünlü yazar Hasan Ali Toptaş da filmde bir sahnede rol alıyor. Kitabı okumasam da filme göre çok daha etkileyici olduğunu umuyorum.

Filmin en güzel yanı aynı zamanda filmin yapımcılarından olan sanatçı Candan Erçetin’in film için yaptığı ‘Ben Kimim’ adlı şarkı. Kendisi de bir sahnede yer alıyor, filmin en sonunda.

“Gölgesizler” gece yolculuğunda sahura kadar bana arkadaş olan oldukça tuhaf bir film. Lezzet alamadığım bir film. Yönetmene saygısızlık etmek de istemem zira filmi tam olarak kavrayamadım. Anlaşılması da oldukça zor bir film olduğunu düşünüyorum.

Okudukça: Ezanın Yasaklı Yılları

Ezanın Yasaklı Yılları Ayhan Yıldırım’ın editörlüğünde Harun Tokak, Hayrettin Karaman ve Ümit Meriç’in yazılarından oluşan 126 sayfalık bir kitap. Dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde Ayhan Yıldırım, Osmanlı’nın son döneminden başlayarak ezanın Türkçeleştirilme serüvenini anlatıyor. Oldukça ilginç gerçeklerden bahsediyor. Bunlardan beni en çok şaşırtanlarını aşağıda alıntıladım.

Ezanın Yasaklı Yılları isimli kitapta ( Ayhan Yıldırım-Özge Yayıncılık-2010), Kazım Karabekir anlatıyor:

“18 temmuz 1923’te mecliste, Tevfik Rüştü Bey, anayasada (Teşkilât- ı Esasiye) dinimiz açık bir şekilde yazılmalıdır, diyordu…Ben söz aldım ve sordum, anayasada dinimizin İslamiyet olduğu zaten yazılıdır..’ Tevfik Rüştü Bey, hangi kanaati haykıracaksın ve anayasaya hangi dini yazdıracaksın? Hıristiyanlığı mı?...’ diye sorunca bu sırada Mahmut Esat (Bozkurt) Bey söz aldı ve sertçe cevap verdi: Evet Hıristiyanlığı, çünkü İslamiyet ilerlemeye manidir. Bu dinle yürünmez ve bize kimse ehemmiyet vermez.”

Tartışmaya Fethi Okyar da katılarak, “Evet, Karabekir! Türkler İslamiyeti kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar ve İslam kaldıkça bu halde kalmaya mahkûmdurlar. Bunun için İslam kalamayacağız” diyecekti… Mahmut Esat Bozkurt’un dile getirdiği, İslam’ın ilerlemeye engel olduğu inancı o dönemde neredeyse pek çok kimsenin yaygın kanaatini almıştı.(sayfa 32)

İnönü,[Karabekir’e] Müslüman olduklarından dolayı bugüne kadar istiklalin kendilerine verilmediğini ve Müslüman kaldıkları sürece müstemleke devletlerin bilhassa İngilizlerin daima aleyhte olacaklarını, hatta kazanılan istiklalin de her zaman tehlikede olacağını söyler.(s. 33)


Türkçe ezan uygulamasının başlaması hakkında İngiliz Büyükelçisi Ronald Lindsay’in sözleri:

“Laik Türkiye’nin Müslümanları artık İngiliz İmparatorluğu için bir tehlike olmaktan çıkmıştır.”      (s. 36)

İkinci bölümde Harun Tokak ezanın doğuşunu anlatıyor. Bilal-i Habeşi’nin müezzin olma hikâyesini ve ezanın nasıl okunmaya başlandığını kendine has destansı üslubuyla aktarıyor.

Üçüncü bölümde Prof. Dr. Hayrettin Karaman Hoca ezanın İslâm dininin bir şiarı olduğunu ve neden Arapça dışında okunamayacağını oldukça güzel bir şekilde açıklıyor. Yine Türkçe namaz tartışmalarını yorumluyor.

Benim en beğendiğim bölüm olan son kısımda ise Ümit Meriç “Yeryüzü bana mescit kılındı.” Hadisinin ışığında ezan, namaz ve cami mimarisi gibi konularda görüşlerini dile getiriyor. Ayrıca dünyanın değişik yerlerinden ezan ve namaz hatıralarını anlatıyor. Özellikle Norveç ve Amerika hakkındaki yorumları ve hayalleri oldukça enteresan. Gökdelen kültürü ve ezan hakkında da ilginç tespit ve önerileri var.

İyi okumalar…

Sinema: Casablanca

1942 yapımı film Hollywood tarihinin en meşhur ve en büyük klasiklerinden biri. Kazablanka, 2. Dünya Savaşı esnasında Almanya işgalinden kaçan başta Fransızlar ve Yahudilerin Paris-Marsilya-Kazablanka-Lizbon hattından ABD’ye yaptıkları iltica yolculuğunun Kazablanka ayağında geçiyor.

Rick isimli bir Amerikalı, Fransız sömürgesi durumundaki Fas’ın Kazablanka şehrinde büyük bir kafe işletmektedir. Burası göç yolculuğundaki birçok zengin ve sosyetenin uğrak merkezidir. Ayrıca burada Lizbon’a geçemeyenler için geçiş belgesinin karaborsası vardır.

İki Alman kurye Marsilya-Kazablanka arasında öldürülür ve ellerindeki geçiş belgeleri çalınmıştır. Bu belgeler Rick’in eline geçer. Ayrıca ünlü bir Yahudi lider eşiyle birlikte toplama kampından kaçarak buraya gelmiştir. Peşinden Alman üst düzey görevliler de şehre gelir. Filmin büyük kısmının geçtiği kafede olaylar tam bir curcunaya dönüşür. Ancak bu curcunanın içinde Yahudi liderin eşi Ilsa ve Rick arasındaki Hollywood’un en ünlü aşk hikâyelerinden biri de barınmaktadır. Başrollerdeki Humprey Bogart ve Ingrid Bergman bu filmden sonra oldukça şöhret kazanmışlardır.

Film sonraları klişe olan pek çok tema barındırmakta. Örneğin filmin en sonundaki aşkı uğruna fedakârlık yapma olgusu Yeşilçam’da pek çok kere gördüğümüz bir klişedir ve doğuşu burada oldu belki de. Filmdeki bir başka klişe doğuşu da Yahudilere yapılan soykırımın arka plana yerleştirilmesi olsa gerek. Bu filmden başlayarak Yahudi sermayesi yüzlerce filme katkıda bulunarak bu soykırımı herkese ezberletti son 70 yılda. Bunu yaparken de 1948’den başlayarak Filistin’de olanları da hiçbir zaman Hollywood’un gündemine sokmamayı başardılar. Bu sebeple Kazablanka’ yı izlerken “off yine mi” dedirtiyor.

Öte yandan klasikleri ve aşk hikâyelerini sevenler için kaçırılmaması gereken bir film.


13 Ağustos 2010

Dil Meseleleri: R ve L Harfi ile Başlayan Sözcükler

Artık fazla yoktur ama eskiden özellikle de taşrada r ve l harfi ile başlayan bazı kelimeler halkın ağzında bazı değişikliklere uğrarlardı. Mesela Recep isimli birine köyde Ercep veya İrecep; Ramazan’a Iramazan veya Irmızan denirdi. Aliırza diye hitap edilen adamın gerçek adının Ali Rıza olduğunu ilkokula başlayınca karayabilmiştim. Benim annem limona hâlâ ilimon der. Köyde yaşlılar hala lazım kelimesini ilazım diye telaffuz ederler.

Meğer Türkçe’de aslında bu harfler ile başlayan kelime yokmuş. Yani r ve l harfi ile başlayan kelimelerin tamamı yabancı kökenliymiş. Tabi şu an bu kelimeler Türkçe değildir atalım manasında söylemiyorum bunu. Bir kelime halkın günlük dilinde yerini aldıysa artık Türkçe olmuş demektir. R ve l harfleriyle dilimizde kelime başlamaması ilginç geldi sadece.

Mustafa Sarıgül İle Nasıl Tanıştım?




Şişli’de bir kafede oturuyorum. Bilgisayarıma dalmış gitmişim. Birden bir adam bana doğru yürümeye başladı. Önce yanımdan geçecek sandım ama geldi ellerini masaya koydu ve ekranıma bakmaya çalışırken:

-“Ne yapıyorsun burada bakalım?” dedi. Ne oluyoruz kim bu adam deyip de yüzüne bakınca karşımda Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ü buluverdim.

-“Naber, tanıdın mı beni?”

-“Tanıdım başkanım, nasılsınız?“ Diyebildim. “-Hadi bakalım, kolay gelsin.” dedi ve yanağımı sıktı, diğer müşterilerin yanına gitti.

Oldukça şaşkındım. Yanında birkaç adam vardı sadece. İçerideki az sayıdaki müşteri benimle konuşurken fark ettiler onu. Yani kimse kapıdan girerken görmemişti.

Meğer sık sık uğrarmış, böyle. Esnaf ve işyerlerini ziyaret eder, sorunlarını dinlermiş. Güzel bir şey. Hele tarihinde halka rağmen halkçılık yatan bir parti içinden böyle halkın arasında koruma orduları olmadan, onlardan biri gibi dolaşabilen birinin olması çok güzel bir şey. Niye sürekli seçildiği belli. Tebrikler sayın Sarıgül. Darısı diğer yöneticilerimizin başına.

12 Ağustos 2010

Neler Oluyor

Çözülüyor...

Militarist devlet çözülüyor. Tıpkı o şarkının sözlerindeki gibi “çözdükçe dolanıyor.” Dolandıkça daha da çözülüyor. Türkiye sivilleşme yolunda sancılı biçimde ilerliyor. Ülkemiz Cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez tabandan gelen dinamiklerin direngen gücüyle Bonapartist “teamülleri” yıkıyor. Adını koymaktan kaçınmayalım, “devrimsi” bir durum yaşanıyor. YAŞ’ta yaşanan asker ile siviller arasındaki bilek güreşi ya da iktidar kavgası bu dediğim durumun en son ama çok önemli kanıtlarında biri. Ayrıntıları, hangi generalin ne yapmak istediği, kimin önünün kesilmek istendiği o denli önemli değil. Önemli olanı, yaşanan bu gerilimin toplam tarih birikimi içindeki anlamı.
Bu sözler, Taraf yazarı Nabi yağcı'ya ait (7 ağustos). Çok güzel ifade etmiş. Türkiye son 3-4 yıldır bir süreçten geçiyor ve bu süreç 3-4 yıl daha sürecek. Ve biz de normal bir ülke olacağız, Kürt sorunu, PKK çözülecek, çeşitli vesayetler kalkacak. Güçlü bir demokrasiy ve güçlü bir ekonomiye sahip bir ülke olacağız.
Allah bu ülkenin üzerine tuzak kuranları tuzaklarını başına geçiriyor. Yalanları, kurdukları çarklar bir bir ortaya çıkıyor. Geleceğe ümitle bakıyorum. Bunun hükümete bağlılık, onun yandaşlığı vs ile ilgisi yok, bu işleri AK Parti yapmıyor. "Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz." diye bir hadis-i şerif var. Millet olarak kendi değerlerimize döndükçe Allah pekçok kapılar daha açacak. Birkaç asırdır bulunduğumuz vaziyetten kurtulacağız, yavaş yavaş ayağa kalkıyoruz. Koca bir devi düşürdüler, çok yavaş devrildi, ayağa kalkması da yavaş oluyor, ama kalkıyor. İleride belki de Ak Parti'den çok daha iyi hükümetler gelecek. Allah, nasıl bunları bir anda ortaya çıkardı daha neleri getirir kim bilir. Biz yeterki biz olalım. Bizi yaratanın rızasına uygun yaşayalım.

Sinema:Inception(Başlangıç)

Christopher Nolan'ın son filmi Inception(Başlangıç) oldukça ilginç bir film. Bir arkadaşımın ısrarlı tavsiyeleri sonrası izlemeye karar verdim. Filmin internette ve medyada o kadar reklamı yapılıyor ki haliyle büyük beklentiler içerisine giriyorsunuz. Mesela meşhur Imdb 250 listesine 3. sıradan girmiş.

Ben Nolan filmleri izleyene kadar bu tarz filmlere hep mesafeliydim. Örneğin Batman serisine çok önyargılı bakıyordum. Ancak Batman Begins ve Kara Şovalye'yi izleyince işler değişti. Gerçekten muhteşem aksiyonlardı. Üstelik yönetmen Prestige ve Memento gibi filmlere de imza atmıştı.

Bu beklentilerle gittim filme ve haliyle hayal kırıklığına uğradım. Tamam çok iyi bir aksiyon, harika akıyor olaylar, 148 dakikanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz ama...

Aması film sanki çok yüzeysel kalmış. Birkaç yorum okudum onlar da benim ilk aklıma gelen şeyi yazmışlar. Çok daha güzel işlenebilecek bir konu, biraz harcanmış sanki.

Filmin oyuncu kadrosu çok iyi olsa da nedense ben Di Caprio'ya bir türlü alışamadım. Adam hala 18 yaşında gibi. Sanki Titanik'te geçen yıl oynamış. Bence başka bir başrol oyuncusu filmi daha etkileyici yapabilirdi.

Öte yandan filmde pekçok karışık nokta var. Mesela ana kahramanın filmin en sonunda bulunduğu zor durumdan nasıl kurtulduğu biraz kapalı kalmış. Yine en son sahnede gerçeklik duygusu yitiriliyor, yoksa bu da mı rüyaydı diyor insan. Bu karmaşa ve karışıklıkların  sebebi 148 dakika süren filmi daha da uzatmama gayreti herhalde.

Filmin sonu açık, belli ki devamı gelecek. Gidilip izlenilecek bir film, güzel bir film.Ama abartmamak lazım, Kara Şövalye ve hatta Batman başlıyor bence daha iyiydi. Imdb listesinde bence ilk ona bile girmemeli.

Son olarak Christopher Nolan'a gelince; tek kelimeyle muhteşem bir yönetmen. Henüz 40 yaşında ve Memento, Imsomnia, Batman Serileri, Prestij gibi filmlerden sonra şimdi de Başlangıç gibi bir film oldu kariyerinde. Kendisinden daha böyle büyük projeler bekliyoruz.

                                                          Di caprio-Nolan ve Watanabe

9 Ağustos 2010

Sfenks'in sorusu, Heron'un gözleri...

Ortada muazzam boyutta bir skandal var ve herkes susuyor; medyanın büyük kısmı, siyasiler ve tabii ki sorumlular... Normal bir ülkede yaşasa idik herhalde büyük infialler içinde bütün halk olarak sokaklara dökülüp eylemler yapardık ordu, emniyet, yargı, hükümet niye bu cinayeti, bu hainliği görmezden geliyor diye. 7 yıldır köşe yazılarını takip ettiğim Ahmet Turan Alkan'ın okuduklarım arasında bana göre en iyi yazısı bu konuyu işliyor:

04 Ağustos 2010, Çarşamba, Zaman
Sfenks'in sorusu, Heron'un gözleri...
Heron'un gözlerine bak komutan; kerâmet sahipleri gibi cübbenin yenleri içinden garip sûretler gösteriyor bize. İçimize kezzap damlıyor, çocuklarımız ikiye bölünmüş, ölümüne askercilik oynuyorlar, sen bakıyorsun, sadece bakıyorsun, hep bakıyorsun!


Seyrediyor musun sahi, kaçırma bakışlarını; Heron'un gözlerine bak!


Boşver önündeki terfi dosyalarını; Heron'un gözlerine bakamıyorsan kapat gözlerini, kendi içine dön; rûhunun içine bak, kendi derinliğine gömül, vicdanını fiskele... Say ki tâ be kıyâmet terfî ettin, terfî ettirdin, asker kişi dosyalarını masana yığıp "Bunların kaderi ve hayatı benim elimde" diye gururlandırdın. En zengin, en güçlü, en cabbar sen ol. Hükümetler titresin beş yıldızlı apoletlerinin önünde. Karargâhına iliştirilmiş yarı muvazzaf gazeteciler, alnının her kırışığından farklı tehdit mesajları okusunlar; keyiflen şöyle, rahatla ama dalıp gitme sakın...


Uzun yol şoförlerinin ara sıra başına geldiği gibi bakar görmezlerden olma; çimdikle kendini. Bak, yaşta kuruları ıslatmayım derken neler olmuş neler?..


Askerlerini, çocuklarını öldürüyorlar komutan; bana bakma, Heron'un gözlerine bak, göreceksin! Heron alımının ihâleye çıktığı güne lânet okumak neye yarar? Heron'un vicdanı, aklı, kibri, inisiyatifi yok komutan; görmüyor, gösteriyor; hissetmiyor hissettiriyor bu kalpsiz müşir iğnesi!


Biri bizi gözetliyor evi gibi seyrediyoruz demişti vaktiyle birisi -kimdi o sahi!- Meğer doğruymuş be, BBG evi gibi seyretmişsiniz olup biteni yahu. Biz de seyrediyoruz şimdi internet sitelerinde. Sizin gibi derin bir vukuf fakat buzdan bir vicdanla değil ama, tâbir caizse kurbanın bıçağa baktığı gibi bakıyoruz; canımız acıyor, boğazımız düğümleniyor, yutkunamıyoruz bile.


Mutlaka sahte görüntülerdir bunlar değil mi komutan? CIA'nın, MOSSAD'ın, Alman ve İngiliz gizli istihbarat servislerinin belki de Yüzüklerin Efendisi filmindeki alçak büyücü Sauron'un işidir; sizi karalamak, itibarınızı kırıp, o güzelim tabirle asimetrik psikolojik harekât yürütmek için uydurmuşlardır o hokus-pokus video kayıtlarını.
Bakınız, ne güzel izah ettim netekim; bu görüntüler gerçek olamaz; gerçek olsa bizim erkân-ı harbiyemiz bir lâhza yerinde durmaz ki zaten. Cehennemler kudursa, gökler çatlasa, sarsılmayan azmiyle çelik kal'aları eritir, yıldırımlar yaratır, kartallardan kanat ödünç alıp hışım gibi inmez mi pusudaki kuzularımıza yaklaşan alıcı kuşların tepelerine?
Lâfa gelince nasıl gürlüyoruz değil mi komutan; edebiyatın bini bir para bizde...


Evet evet, sahtedir o görüntüler, tarikatçi, cemaatçi, Sorosçu takımı doları basıp yaptırmışlardır o görüntüleri sanal laboratuvarlarda. Zaten Hantepe'de bir karakolumuz hiç olmamıştır, o gece Heron'un gözleri tepelerindeyken aşağıda üçer beşer avlanan çocuklarımız da hiç doğmamışlardır analarından; anaları taş mı doğurmuştur acaba o kuzuların yerine?


Lânetle şunları komutan; yalandır de, psikolojik harekâttır de, dağ başlarındaki dandik karakollara yolladığın çocukların hukukuna da, darbe zanlısı devrelerini koruduğun kadar olsun sahip çık biraz. Gürle be; bunlar iftiradır, kâğıt parçasıdır, borudur de...


Bize yeni bir şey söyle komutan. Bize bu işin içinde başka işler olduğunu söyle; bizi inandır, istersen kandır, hatta, "Siz anlamazsınız, bu işler bildiğiniz gibi değil, her gördüğünüze inanmayın" de, inanmayalım...


Geldin gidiyorsun fakat eyvah, üzerinde ağır kul hakkıyla gidiyorsun. Olmadı, hiç olmadı. İnsan başlı, arslan gövdeli Ebülhevl'in (Sfenks) sualine sen de cevap veremedin. Çekeceğin ceza, Heron'un gözlerine bakmaktır bundan sonra; tâ be kıyâmet!