24 Aralık 2010

Mevlânâ

Mevlana bir "aşık", şair ve mutasavvıf! Neredeyse her beyitinde, her satırında, her sözünde Kuran ayetlerine veya bir peygamber sözüne gönderme var. Tam da bu yüzden seküler Türk aydını ve Doğu'da "çıkış" arayan mistik Batılının yaptığı gibi Mevlana'dan modern bir filozof çıkarmak, hele onu bir "kişisel gelişim guru"su gibi kullanmak çok acıklı ve umarsız bir çaba!


[Haşmet Babaoğlu-Sabah-19.12.2010]

Türkiye’de 2010 Yılının En İyi 11'i

Şimdi de sırada Süperlig'de yılın 11'i var:

Onur Kıvrak: Volkan’dan tek eksiği tecrübe. Bu sene kariyerinin atılımını yaptı ve milli takıma yükseldi. Volkan’a bir şey olması durumunda artık yeni bir kalecimiz var.

Serkan Balcı: Gökhan Gönül ve Sabri gibi arı gibi çalışan iki milli sağ bek varken 2010 yılına damga vuran Serkan oldu. İkisinden de daha etkiliydi. Hem savunmadaki başarısı hem de yaptığı asistlerle yılın en iyi sağ bek performansı bence ona ait.

Egemen: Geçtiğimiz yıllardaki savruk ve hatalı oyununun aksine bu sene çok başarılıydı ve Trabzon’un bu halde olmasında büyük katkısı var. Neden milli takıma çağrılmadığını anlayabilmiş değilim zira Servet’ten hiçbir eksiği yok.

Ömer Erdoğan: Türk futbolunun yeni Bülent Korkmaz’ı oldu. 33 yaşından sonra milli takıma çağrıldı. Bursa’nın şampiyonluğunda kaptan olarak büyük pay sahibiydi.

Vederson: Aslında kimi koysak buraya diye çok düşündüm. Hakan Balta, Cale, Andre Santos, İsmail Köybaşı, İbrahim Üzülmez, Caner… Sol bek mevkiinde başarılı ve ön plana çıkan bir oyuncu ligimizde maalesef yok.

Ivan Ergic: Bursa’yı şampiyon yapan kadronun en başarılılarındandı. Bu sezonun ilk yarısında da gayet başarılı oldu.




Emre Belözoğlu: Ligimizin tartışmasız en iyi orta sahası. Avrupa’nın hala en iyi pres yapan oyuncularından. O olmadığı zaman Fenerbahçe çok zorlanıyor.


Arda: Sakatlandığında GS’nin ne hale geldiğini gördük. Geçen sezonun ikinci yarısı o olmasaydı bu sezon düştüğü duruma daha çabuk düşecekti Galatasaray.

Alex: Bu sene eski günlerine geri dönü Alex. Sanki Fenerbahçe’ye ilk geldiği yıllarda oynadığı gibi oynuyor. Yıllar sonra frikikten bile gol attı. Dünya futbolu açısından kalitesi tartışılabilir, hiçbir zaman bir Hagi olamayacak olsa da FB tarihinin herhalde en başarılı yabancısı olmuştur artık.Bu sezon Süperlig’in en iyi skor üreten oyuncusu oldu bana göre.

Volkan Şen: Bursa’nın şampiyonluğunda en etkili isimdi. Sezona da iyi başladı. Ama bir süre sonra işi bozdu. Bakalım kendini toparlayacak mı? Yine de 2010 yılına damgasını vurdu.

Emenike: Önce Bankasya’da çok başarılı olup hem kendi adını duyurdu hem Karabük’ü Süperlig’e taşıdı. Şimdi de ilk yarıda 12 gol atarak takımını üst sıralara taşıdı. Bugünlerin en gözde ve en başarılı forveti o.


Ertuğrul Sağlam-Şenol Güneş: İki yerli hoca yıla damgalarını vurdular. Biri futbol tarihimizde yeni bir sayfa açtı. Diğeri neredeyse umutsuz vaka haline gelen Trabzon’u tekrar eski ihtişamlı zamanlarına taşıdı. Hangisini seçsem diğerine haksızlık olacaktı.

Yedekler: Volkan, Giray, Selçuk, Ali Tandoğan, Ozan İpek, Makukula.

Süperlig Yılın En Büyük 10 Hayal Kırıklığı

2010 yılı futbol listelerine devam ediyoruz. Sırada Süperlig’de bu yıl yaşanan en büyük 10 hayal kırıklığı var:

1. Anons Skandalı: Bir Galatasaraylı olarak radyo başında geçirdiğim o iki dakikayı yıllarca unutamayacağım. FB adına ciddi manada bu kadar üzüldüğümü bir kez hatırlıyorum. O da Şampiyonlar Ligi’nde Barcelona maçında elektriklerin gittiği andı. Şimdi de bu ikincisi oldu. Hani ‘düşmanımın başına bile vermesin’ deyimi böyle durumlar için kullanılsa gerek. O anons ve Fenerbahçeli milyonların hayal kırıklığı yılın 1 numarasında.


2. Ankaragücü Yönetimi: Önce Ankaraspor’u harcadılar, şimdi de Ankaragücü’nü. Söyleyecek çok bir şey yok. Vittek, Sapara, Sestak, Zewlakow gibi iyi oyuncuları almalarına rağmen; takımı değil şampiyonluk potası, ilk 10’a bile sokamadılar. Ümit Özat’ın bunda bence neredeyse hiç kabahati yok.

3. Galatasaray Yönetimi: Aslında bu listede açık ara liste başı olmaları lazım. Yeni stadı yapmaları hatırına buraya aldım. Takımın bu halde olmasının baş sorumlusu ne Rijkaard, ne Hagi ve ne de futbolcular. En büyük sorumlu maalesef GS yönetimi. Olmayacak bir şey, biliyorum, ama hepsi pılını pırtısını toplayıp gitmeden yeni GS’nin oluşması çok zor.

4. Milli Takım: Önce Dünya Kupası’na gidemedik. Sonra Hiddink geldi diye sevindik. Ama Almanya ve Azerbaycan maçlarındaki oyun inanılmaz bir hayal kırıklığıydı. Almanya’yı yenmeyi beklemiyordum ama bu kadar eziklik… Birden 20 yıl öncesine geri döndük sanki. Bakalım ne olacak bundan sonrası. Şimdilik çok büyük bir hayal kırıklığı ve çok az umut var.

5. Bursaspor’un Şampiyonlar Ligi Macerası: Bu kadar da olmaz ki kardeşim. Ertuğrul Sağlam’ın ne aı bir kaderi varmış böyle. 2 gol atıp, 16 yediler. 1 puan alabildiler. Tamam, tecrübesizlik ama Valencia’dan da 10 yenilmez ki. Rangers’ı bile yenemediler ne yazık ki.

6. Galatasaray: Söyleyecek bir şey yok. Bir Galatasaraylı olarak taraftarın Pino’yu yıldız oyuncu sanışını ve FB ile 0-0 berabere kalmaya sevinişini herhalde ömrümün sonuna dek anlayamayacağım. 94-95 sezonundan beri futbolu takip ediyorum Galatasaray’ı hiç bu kadar kötü, hiç bu kadar çaresiz ve umutsuz görmemiştim.

7. Eskişehirspor: Futbol kamuoyunun çoğu gibi ben de onlardan Sivas, Bursa, Kayseri tarzı bir şeyler yapmasını bekliyorum son üç yıldır. Ama galiba boşuna bekliyoruz.

8. Yılmaz Vural: Seneye beni asınlar, beni alsınlar diye başladı. İyi ki Hiddink geldi de Vural hücum futbolu prensibini milli takıma uygulayamadı. Geçtiğimiz sezon nasıl düzelttiyse takımı, şimdi de düşürdü. Hücum futbolu prensibinden fark takımına dönüştü Kasımpaşa. Yine de kendisinden ümitliyim.

9. Bursaspor’un transferleri: Nunez, Steinert, Insua, Svensson. Bu dört yeni transfer maalesef elinde patladı Bursa’nın. Bir tek Vederson’da başarı yakaladılar. Neyse ki takım hala sağlam. Volkan ve Ivankov’u da değiştirebilirlerse en az ilk üçte olmaları garanti gibi olacak.

10. Misimoviç-Elano: Almanya Ligi’ne damga vuran, 2009’da Wolfsburg’u şampiyon yapan adam ne ümitlerle geldi, çok şans da buldu ama hiçbir şey yapamadı. Anlamadım gitti. Elano’yu konuşasım bile gelmiyor. Dünya Kupası’ndaki adam nerde bir buçuk yıldır oynayan adam nerde.

20 Aralık 2010

Avrupa'da Yılın 11'i


Adettir, yılsonu gelince herkes çeşitli dallarda yılın en iyilerini seçer. Ben de kendi düşüncelerime göre futboldan böyle bir seçki hazırlayayım dedim. İlki Avrupa futbolunda 2010 senesinin en iyi 11 oyuncusu listesi.

Cesar: Tartışmasız bir şekilde 2010 yılının ve son yılların en iyi kalecisi oldu. Dünya Kupası kaldıran Casillas’tan bile daha iyi işler yaptı bu sene.

Ashley Cole: Defansın solu denilince eskiden hep Roberto Carlos gelirdi. Son yıllarda böyle oyuncu olmadı. Biraz zor olsa da Chelsea’nin başarılı sol bekini seçtim buraya. İngiliz oyuncu takımının şampiyonluğuna çok önemli bir katkı yaptı bu sene ve bana göre yılın en çok ön plana çıkan sol beki oldu.

Maicon: İçimdeki ses hâlâ Dani Alves daha iyi dese de Interle 3 kupa kaldıran sağ bek Maicon 2010 yılının en iyi sağ bek pozisyonu oyuncusu oldu.

Puyol: Onun ilk kez Barcelona forması giydiği günleri hatırlıyorum. Çok genç yaşta formayı giydi ve yaklaşık 10 yıldır hiç kaybetmedi. Günümüz Barcelona efsanesinin temel direklerinden ve İspanya’nın şampiyonluğunda çok katkı sağladı. Almanya’ya attığı yarıfinal golü yıllarca unutulmayacak.

Pique: Günümüzün tartışmasız en iyi savunma oyuncusu bana göre.

Xavi: Messi ve Iniesta ile kurdukları üçlü ileride van Basten-Rijkaard-Gullit üçlüsünü hatırlatmayacak kadar efsanevi olacak. Zaten en iyi üç oyuncu seçildiler. Bu üçlünün beyni diyebileceğimiz Xavi bu sene yine farkını hissettirdi. Büyük maçların hemen hepsine damgasını vurdu. İspanya’nın şampiyon oluşunda en çok katkılardan biri de ondandı.

Iniesta: Herkesin Ronaldinho’ya hayranlık duyduğu günlerde benim en çok sempati duyduğum oyuncu oldu Andres Iniesta. Puyol ve Xavi gibi onun da ilk kez forma giyişini hayal meyal hatırlıyorum. Liseye yeni başlamıştım. Bu da kim şimdi demiştim. Herkes Xavi’ye hayranken üniversiteli arkadaşlarıma hararetli bir şekilde asıl en iyi bu, deyişimi hatırlıyorum bir de. Chelsea’ye o golü de zaten o sezon attı. Bu sene de Dünya Kupası’nı getiren golü atmış oldu. Muhtemelen FIFA, Xavi veya Messi’yi değil onu yılın futbolcusu seçecek.

Ronaldo: Portekiz’in kibir abidesi Ronaldo bu sezon da müthişti. Her hareketinden etrafa yayılan kibrinden dolayı hiçbir zaman ona ısınamayacağım belki de. Ama adam robot gibi. Manchester’dan gelip Real Madrid’de 25 gol attı. Bu sene daha şimdiden 17 attı. Herhalde Messi ile beraber 40 geçecekler bu sene. İnşallah sakatlanmazlar.

Sneijder: Inter ile 3 kupa kaldıran Hollandalı, Dünya Kupası’nda da 5 gol atıp takımını finale taşıdı. Talihsizliği Messi-Iniesta-Xavi üçlüsü ile aynı nesilde olması. Eğer onlar olmasaydı bu sene yaptıklarıyla açık ara dünyada yılın futbolcusu seçilecekti.

Messi: Söyleyecek bir şey yok. Maradona bize keşke İspanya’yı seçseymiş dedirtse de Dünya Kupası dönüşü o çökmek bir yana çok daha iyi döndü. 15 maçta 17 gol atmış ligde. Hem de Villa varken yanında. Nazar değmesin. Böyle bir oyuncuyu izlemek büyük şans. Pele ve Maradona’dan bile daha iyi bence. Üstelik Ronaldinho gibi birkaç yılda sönmedi. Bir de Ronaldo gibi kibirli değil, sempatik. Herkes bunun için seviyor onu biraz da. İkisinin gol attıktan sonraki gol sevinçlerini ve arkadaşlarıyla olan tavırlarını bir izleyin, farkı göreceksiniz.

Forlan: Herşey Galatasaray’a Ali Sami Yen’de o ikinci golü attıktan sonra oldu. Gitti, Athletico Madrid ile UEFA ve Süper Kupa kazandı. Dünya Kupası’nda 5 müthiş gol attı ve kupanın en değerli oyuncusu seçildi. Takımını yarıfinale taşıdı. Drogba ve Milito’nun önünde yılın en iyi forvetiydi.

Jose Mourinho: Bir başka Portekizli kibir abidesi daha. Ama adamı sevmemek başka hakkını vermek başka. Mourinho tartışmasız en iyi teknik direktör şu anda. Ferguson’dan bile daha iyi. Bir de kibirli olmasa bu kadar. Barcelona’yı elemesi onu daha da azdırdı sanki. Son mütevazi cümlesini 2003’te Porto’nun başında Denizlispor’a söylemişti. Daha sonra da oyuncularından başka kimseye alçak gönüllü olmadı. Ama takır takır kupaları almaya devam ediyor.

Yedekler: Casillas, Dani Alves, Cambiasso, Milito, Robben, Drogba.

Okudukça: Son Kuşlar


Sait Faik Abasıyanık’in Son Kuşlar’ını okudum. Balığı sevmeyen, denizin manzarası ve heybeti başta olmak üzere tüm güzelliklerini karşıdan seven biri olan ben; bazen keyifle bazen de zorlanarak içinde sürekli deniz ve balık geçen bir Sait Faik kitabı daha bitirmiş oldum.

Sait Faik Abasıyanık edebiyatımızın hemen hemen en çok tanınan ve en çok sevilen hikâyecisidir. Fakat ne yazık ki ben bir türlü ısınamadım üslubuna. Birkaç kitabını yarıda bırakmıştım geçmişte. Bu sefer tamamlamayı başardım. Ama bu bir ilk değil. Daha önce de Semaver’i ve Mahkeme Kapısı’nı okumuştum. Ancak tabi Son Kuşlar çok farklı. Onun değişik bir biyografisi sanki. Anlattığı hikâyeler hep kendini anlatıyor.

Artık Sait Faik deyince aklıma aylak bir adam geliyor. İşi gücü İstanbul adalarında balıkçıları seyreden, onlarla muhabbet etmeye çalışan, onlarla balık tutan, kahvehanelerde onları dinleyen; balık, deniz, kayık, ada, kuş, balıkçı ve bunlarla ilgili her şeyin, her sözün hastası bir adam. Ve de son derece mütevazı bir insan.

Evet, beni en çok etkileyen yönü de bu tevazusu olmuştu zaten. Bir-iki yıl önce gazetede Sadık Yalsızuçanlar’ın “Bize göre Sait Faik’in değerli oluşu, son derece mütevazı olmasından ötürüdür” mealinde bir yorumunu okumuştum. Sait Faik’e beni bu söz ısındırdı diyebilirim. Üslubundan hala çok hoşanmıyorum. Farklı bir tarzı var. Ama bir iki hikâyesini okuyunca ne kadar mütevazı bir insan olduğunu hissettiriyor size. Ve bir de içindeki insan sevgisini. Bu adam gerçekten insanları saf duygularla seviyor, menfaatsiz. Hayatını okuyun anlayacaksınız ne demek istediğimi.

Sait Faik şiir gibi hikayeler yazmış Son Kuşlar’da.

Sinema: Büyük Adam Küçük Aşk


Zaman zaman gözyaşlarımı tutamadığım bir film oldu. Handan İpekçi’nin yazıp yönettiği film 2001 yılında çekilmişti. 2002’de sansüre uğramış ve o zamanlar çok tartışılmıştı. Liseye başladığım yıllar olduğu için tartışmaları ayrıntılı hatırlamıyorum. Ama tartışmalara ve sansüre rağmen film Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film seçilmişti.

Büyük Adam Küçük Aşk filminin, Kürt sorununa dair izlediğim filmler arasında mesajını en net verenlerden biri olduğunu düşünüyorum. Zaten o yıllara dek, hatta bugüne kadar, Kürt kökenli olmayan sinemacıların yaptığı ve Kemalist zihniyetin Kürt politikasını bu kadar sert eleştirdiği bir film çok az sayıda çekildi. (İki Dil Bir Bavul’a ayrı bir parantez açmak gerekir elbette)

Filmde Şükran Güngör emekli bir yargıcı oynuyor. Rıfat Bey, Kemalist ilkelere sonuna kadar bağlı bir Cumhuriyet eliti. Cumhuriyet Gazetesi okuyor, lüks bir semtte yaşıyor. Eşini yeni kaybetmiş, her sabah spor yapıyor ve kendisiyle yakın özelliklere sahip komşusuyla gönül ilişkisi içinde.

Bir gün karşı daireye polis operasyon düzenliyor. Meğerse orada PKK militanları varmış. Herkes öldürülüyor. Ancak polisten mucizevî bir şekilde kurtulan 3-4 yaşlarındaki Hejar, Rıfat Bey’in dairesine sığınıyor.

Polisin tavırlarından rahatsız olan Rıfat Bey çocuğu saklıyor. Bu noktadan sonra yarım asırdan daha fazla süredir içinde bulunduğu ideoloji ile yüz yüze kalıyor. Zira o ‘Kürt diye bir şey yoktur, onlar dağ Türkleridir. Kara basınca kart kurt diye ses çıkarmış, o yüzden onlara Kürt denilmiş.’ diyen ideolojiyle yönetilen bir devlette yargıçlık yapmıştır uzun yıllar boyu.
Yaşlılığın verdiği merhametle çocuğu birkaç gün tutmak ister. Ancak çocuk hiç Türkçe bilmemektedir. O, devletin uzun yıllar boyu yaptığını şimdi bu çocuğa yapacaktır: “Kürtçe konuşmak yok.” Hizmetçisi Sakine de Kürt’tür ve o da bu korkuyla çocukla uzun süre Kürtçe konuşamayacak, çocuğun adını bile öğrenemeyecektir. Hatta kendi asıl adının Rojbin olduğunu çok sonra söyleyebilecektir Sakine.

Film Cumhuriyet elitlerinin farklılıklara tahammülsüzlüğünü, halka nasıl tepeden ve emredici bir üslupla baktıklarını bir tramvay sahnesiyle çok güzel anlatıyor. Aşağıdaki resim tramvaydan bir kesit. Yoruma gerek yok.

Filmde Cumhuriyetin 75. Yılı teması da birazcık işlenmiş. 28 Şubat’ın hararetli günlerinde kanalları dolaşırken bir yandan ölen teröristler, bir yandan Susurluk görüntüleri, bir yandan dışarıdaki havai fişek gösterileri ve Rıfat Bey’in ağlayışı… Hejar’ın ağlama deyişi…

“-İnsanlar bozuldu.”

“-Ağlama.”

“-İnsanları bozduk.”

“-Ağlama.”

“-Biz bozduk. Dengeyi bozduk. Doğayı bozduk. Her şeyi bozduk.”

“-Ağlama!”

Rıfat Beyin fildişi kule Levent’ten gecekondu mahallesine Hejar’ın akrabalarını bulmak üzere gitmesi ve orada gerçekle yüz yüze kalışı… O tahammül edemediği farklıların da insan olduğunu anlayışı… Ve Hejar’ın dedesinin sözleri… ‘Hâkim’ kelimesinden korkması… Çocuğun İETT görevlisinden üniforma giydiği için korkması… Dedesi Evdo’nun ‘biz arada kalmışız begim.’ deyişi…

“-Gidecek yerimiz kalmamıştır begim. Ne yapak?



“-Biz arada kalmışık begim bi tarafta devlet, bi tarafta gerilla. Ne yapak?”

Aradan 9 yıl geçti. Mesele biraz çözülme yoluna doğru gidiyor sanki artık. Ama her iki tarafın şahinleri karşılıklı atışmaya devam ediyor. Filler tepiniyor ve doğal olarak çimenler eziliyor yine.

Bizim elitlerimiz bakalım ne zaman Rıfat Bey gibi dönüşecek? Karşısındakine empatiyle bakabilmeyi seçecek? Doktorlarımız, doğuya gidince hastalarına Kürtçe hitap edebilecek?

Ben tüm bunların olacağına inanıyorum. Ve bu olduğunda bize Türklüğümüzden hiçbir şey kaybettirmeyecek. İspanyollar, Fransızlar, Finlandiyalılar, İsviçreliler yapıyor da biz mi yapamayacağız? TRT Şeş açıldı, ne kaybettik?

Rojbinleri niye isim değiştirmeye zorluyoruz Sakine olsalar ne değişecek bizim kaprislerimizden başka?

Büyük Adam Küçük Aşk filmi çok güzel bir film.

14 Aralık 2010

Medeniyet Krizi



Türkiye'de dört dörtlük bir yazılı basın varolamadı. Bu ülkenin bir Le Monde'u, bir The Guardian'ı, bir The New York Times'ı olamadı hiçbir zaman. Bunun en temel nedeni, bu ülkede yazılı kültürün olmaması iddiası değil. Bu iddianın iler-tutar tarafı yok. Bunun en temel nedeni, bu ülkenin entelijansiyasının bile farkına varmaktan uzak olduğu her hâlimizden belli olan, esaslı bir medeniyet krizi yaşıyor oluşumuzdur.
Medeniyet krizi, varoluşsal bir buhrandır: Hayatımızın yönünü, istikametini yitirmesi, yersiz-yurtsuzlaşmamız, sanattan düşünceye, gündelik davranış biçimlerinden mimariye, mutfak kültüründen bütün zevklerimize ve beğenilerimize kadar hayatımıza yön veren, hayatımızı anlamlı kılan göstergebilimsel düzenimizin çökmesi, anlam haritalarımızın yerle bir olmasıdır.
Medeniyet krizinin hayatın her alanına sirayet ettiği bir kara parçası her zaman oraya buraya savrulmaktan, özgüvenini yitiren insanlar komedyasının kara mizahlarına, traji-komedilerine tanık olmaktan kurtulamaz. Böyle bir coğrafyanın insanları, kendileri düşünemezler; onların adına başkaları düşünür; kendileri seçemezler, beğenemezler, kölecesine bağlandıkları başka dünyaların insanları, çevreleri beğenilerinin, zevklerinin ve her türlü seçimlerinin câzibe merkezidir.



9 Aralık 2010

Yanlış hesabın faturası

Batı örtbas etmeye çalışadursun, bu krize [2008'de başlayan küresel ekonomik kriz] yol açan önemli sebeplerden biri, ABD'nin Afganistan'ı ve Irak'ı işgal etmiş olmasıdır. 2006 yılında yapılan bir hesaba göre, ABD'nin Irak işgali 2 trilyon dolara mal olacaktı; ABD ve İngiltere'nin Irak petrollerinden elde edeceği gelir de 2 trilyon dolar hesaplanıyordu. Hesap başa baştı; ama bu miktar arttı. Şimdi üç trilyon doları da aştığı öne sürülüyor.
Yani hesap şaşmış, yanlış hesap Bağdat'tan dönmüştür. İlk maliyet hesabına göre düşünecek olsak bile, ABD işgale iki trilyon dolar harcayacak, Irak'tan çaldığı petrollerden elde ettiği gelir de iki trilyon olacaktı. Diyeceksiniz ki, ABD'nin kazancı ne oldu? Bu sizin bu soruyu nereden sorduğunuza bağlıdır. Çünkü işgalin askerî hazırlıklarına ayrılan mali kaynak, ABD halkının cebinden, vergi mükelleflerinden toplanmıştı. Fakat Irak petrollerinden elde edilen milyar dolarlar, petrol şirketlerinin, silah şirketlerinin ve lobilerin cebine girdi. Afganistan'ın işgalinin de başka bir maliyet getirdiğini düşünürsek, bir yönüyle ekonomik krizin sebeplerinden biri haksız yere öldürülen, yurdundan kaçan ve mülteci durumuna düşen milyonlarca mazlum ve mağdurun ahıdır. Bu onların hiç bilmediği ve hesaba katmadığı Adl-ı İlahi'dir.
          [Ali Bulaç, Zaman, 9 Aralık 2010]

8 Aralık 2010

Wikileaks: Bildiğim Herşey Sızıntıdır!

                                                                        (aksiyon dergisinden)
Wikileaks günümüzün en güncel hadisesi. Amerikan diplomatlarının dedikodu ve casusluk çalışmaları da dahil pek çok gizli belgesini ifşa eden, eski hacker Avustralyalı Julian Assange’ın kurduğu ve bu gizli belgeleri yayınladığı sitenin ismi. Wikileaks; “What I Know It Leaks” in kısaltmasıymış. Yani bildiğim her şey sızıntıdır, bildiklerim sızmaya devam edecek gibi bir anlamı var.
Wikileaks hakkında daha şimdiden yüzlerce yorum geçildi basınımızda. Neyin ne olduğu da tam bilinemiyor. Zira 250 bin belgenin birden yayınlanması çok zaman alacak. Temkinli yorumlar yapılması gerektiği açık. Şu ana kadar ortaya çıkan tek gerçek Amerika’nın artık dünyanın süper gücü olmadığının ortaya çıkmasıdır. Bu kadar çok sayıda “top secret” belge nasıl sızdırılır?
Amerika cümle aleme rezil oldu. Bir dış işleri yetkilisi artık Amerikan diplomatlarına gazeteci gibi davranacaklarını söylemiş. Adamlar duydukları her yorumu Beyaz Saray’a yetiştirmişler. Liderler hakkında yaptıkları yorumlar…
Çeşitli pazarlıklar yapıldığı ve bazı belgelerin yayınlanmadığı da söyleniyor. Ama bu bir milattır. Günümüzün bilgi çağında artık hiçbir şey gizli kalmıyor. Aynısı Türkiye’de de son senelerde yaşanmıyor mu zaten? Diplomasinin 11 Eylül’ü olduğu çok açık. Amerika 11 Eylül saldırıları, 2008 ekonomik krizi derken şimdi de bununla vuruldu. Kimisi bu Amerika’nın oyunudur aslında dese de bu belgeler dolayısıyla asıl Amerika’nın çok itibar kaybettiği yadsınamaz.
Wikileaks hakkında TV’de, gazetelerde ve internette o kadar çok yayın var ki artık bunu da kanıksadım. İlk gün nasıl da heyecanlı heyecanlı takip etmiştim. Hemen bıktırdı. Şimdi karikatürler üzerinden takip etmeyi tercih ediyorum.

                                                                    (Zaman ve Yeni Asya)

4 Aralık 2010

Barcelona, tarihin en iyi takımı olabilir mi?


60lı yılların Real Madrid’ini, Benfica’sını; 70lerin Ajax’ını, Hollanda’sını Manchester’ını, Feyenoord’unu, Liverpool’unu, Bayern Münih’ini, Brezilya’sını, Almanya’sını, Arjantin’ini; 80’lerin İtalya’sını, Milan’ını, Arjantin’ini, Fransa’sını, Hollanda’sını görmedim. Pele’yi, Arjantin’i ve Napoli’yi şampiyon yapan Maradona’yı, her biri şu an birer efsane olan Breitner’i, Rumeniegge’yi, Beckenbauer’i, Cruyff’u, Platini’yi, Robson’u, Lineker’i, Zico’yu, van Basten’i, Müller’i, Rossi’yi, Rijkaard’ı sonradan bantlardan gördüm.

90ların Milan’ını, Juventus’unu, Ajax’ını, Almanya’sını, Brezilya’sını, Premier Ligi’ni, onu domine eden Manchester United’i görerek büyüdüm. 90ların sonu 2000lerin başlarındaki Real Madrid’i, Fransa’yı, sonradan parlayan Porto’yu, Valencia’yı, Lyon’u, Milan’ı, Chelsea’yi ve de Inter’i takip ettim. Zidane’ı, Figo’yu, Del Piero’yu, Beckham’ı, Ronaldo’yu izledim. 2006’daki Barcelona da dahil olmak üzere 2008’den sonraki Barcelona gibi bir takımın daha dünyaya ayak bastığına inanmıyorum.

Messi-Iniesta-Xavi gibi bir üçlü futbol tarihinin hiçbir zamanında gelmemiş. Bana kimse 50lerin ve 1970’in Brezilya’sından, Almanya’sından, Hollanda’sından bahsetmesin. Hollanda’nın icadı total futbolu muhteşem bir ideale muhteşem futbolcularla beraber Barcelona taşıdı. Bu sistem/ekol/jenerasyon ne derseniz deyin; 2006’dan günümüze 2 Şampiyonlar Ligi, bir Avrupa ve 1 dünya kupası kaldırdı. Ronaldinho ve Decolu Rijkaard’ın Barcelonası adeta yeni sürümü olan Guardiolalı versiyonuyla zirveye tırmandı.

Artık bu süper üçlünün yanına Pedro, Jeffren, Busquests gibi gençleri çok kolay adapte edebiliyorlar. Messi gibi dünyanın en iyi oyuncusuna sahip olmanın yanında onun tarzına sahip ve ona uygun oynayabilecek o kadar bol oyuncuya sahip ki Barcelona geçen akşam oynanan maçta Barcelona, Real Madrid’i 5-0 ile sahadan siliverdi. Oysa Real herkesi farklı farklı yenip duruyordu. 2009 finalinde de Manchester hiçbir varlık gösterememişti. Son 3 yıldır izlediğimiz Barcelona şüphesiz tarihin en iyi takımı. Ne kadar devam eder bilinmez ama, ileride bugünleri efsane günler olarak adlandıracağız.

Okudukça:Mutlu Olmak İçin Risalelerden Minik bir Reçete


Seyit N. Erkal’ın Nur Derslerine Giriş isimli Risale-i Nur’dan Birinci söz’ün açıklamaya çalıştığı eserini okumaya yavaş da olsa devam ediyorum. Kitaptan daha önce bahsetmiştim. Kitabı okudukça Birinci Söz’ü anlatmanın yanında Risalelerden paralel alıntılar da yaparak etkili anlamayı kolaylaştıran bir yöntem takip ettiğini görmüş oldum.

Bugün okurken Birinci Söz’de geçen “Madem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al..tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın.” cümlesini açıklarken çok ilginç bir alıntı yapıyor:

İnsanın enfüsî dairede, kendi nefsine bakışında sağlıklı olan yaklaşım; “Ben kendime mâlik değilim. Ancak Mâlik’im kâinatın mâlikidir. Fakat kendime mâlik nazarıyle bakıyorum ki, Mâlik-i Hakikî’nin sıfâtını ve sıfatların bir derece mâhiyetini ve hududunu bileyim. Evet mevhum, mütenahî hududum ile Mâlik-i Hakikî’nin sıfatlarının bir cihette namütenahî hududunu bildim.” (Mesnevî-i Nuriye, s.44) tarzında yapacağı, her şeyi Sahib-i Hakikî’sine satmakla neticelenen tefekkürdür.

Zira kâinatı, mutlak kudret ile yaratıp, varlığa çıkaran Ezelî Hâkim’i kim ise, onu mutlak rahmeti ile varlıkta tutan Ebedî Mâlik’i de O’dur. Ve O, kullarının biricik Velî’si ve Halîl’idir. Rabbiyle bu mertebede münasebeti bulunan insanın, iki temel endişesi olan emniyetsizlik (korku) ve mutsuzluk (hüzün) ondan giderilir. [Vurgulamayı ben yaptım]


Yazar risalelerdeki bu açıklamaları şu ayete dayandığını dipnot olarak vermiş: “İyi bilin ki; Allah’ın velileri için (özellikle âhirette) herhangi bir korku söz konusu değildir ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de.” (Yûnus Sûresi, 10/62)

29 Kasım 2010

Okudukça: Kalb İbresi


Kalb İbresi Muhammed Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Kırık Testi serisinden hazırlanan 9. kitaptı. Büyük kısmını yazın başında okumuş; biraz tembellik, biraz da çeşitli aksaklıklar sebebiyle bitirememiştim, bitirmek yeni nasip oldu.

Kitap öncelikle çok ağır. İnsanı gerçekten derin bir iç muhasebeyle baş başa bırakıyor. İnsan kalbinin boşluklarını, nefsinin kendisiyle oynadığı oyunları tek tek görüyor. Adeta aynaya bakıyor. Suçlayıcı bir üsluba sahip olmasa da insan kalbinin marazlarını öyle güzel tespit ediyor, bulup çıkarıyor ki hiç hatırlamadığımız/hatırlamak istemediğimiz günahlarımız karşımıza geliveriyor. Hassasiyetlerimizin zayıflığını ortaya seriyor.

Yanlış anlaşılmasın, kitap acı bir reçete sunuyor. Demiyor ki sen yandın, bittin,öldün. Umutsuzluk aşılamıyor. Sıkıntılarını ortaya döküyor ve ‘bak, kalp ibreni yeniden ayarlaman gerek’ diyor. O yüzden sık sık Risalelerde Bediüzzaman’ın ağır bir ilaç gibi diye tarif ettiği Abdülkadir Geylani’nin bir eserini okurken ne kadar zorlandığını, nefsine ağır geldiği için nasıl yarıda bıraktığını ve tekrar okuduktan sonra nasıl bir ferahlama duyduğunu anlattığı bölümleri hatırladım.

Kalb İbresi böyle bir kitap. Derinlemesine analiz yapmak boyumu hayli aşan bir hadise olur. Kalbi hassasiyetlerinizde kayıplar yaşadığınızı düşünüyorsanız, ibreyi yeniden ayarlamak için iyi bir fırsat diyebilirim sadece. Beni aşan analizleri okumak için birkaç tavsiye yazı:

Kalbimizin İbresi Neyi Gösteriyor?-Nihat Dağlı
Kalb İbresi: Edebiyatın Kayıp Kelimeleri - Yıldız Ramazanoğlu
Kalbimin İbresi'ni Yeniden Ayarlarken... -Senai Demirci
"Kalp İbresi" -Fatma Karabıyık Barbarosoğlu

25 Kasım 2010

Okudukça: Kuşlar da Gitti


Yaşar Kemal’in Kuşlar da Gitti isimli ince romanı hakkında geçenlerde Selim İleri’nin eski bir yazısını okumuştum. O sevdiği kitaplardan bahsederken bu kitabın da ismini anmıştı. Beni meraklandırdı o yazı ve Kuşlar da Gitti’yi okunacaklar listeme koymuştum.
Oysa Yaşar Kemal okumayı bırakmıştım çoktan. Ortaokulda okuduğum Sarı Sıcak ve Hüyükteki Nar Ağacı ile gazete yazılarından oluşan bir kitabını, lisede ise Ağrı Dağı Efsanesi’ni okumuştum. O günden bu zamana Yaşar Kemal deyince hatırımda kalanlar yoğun derecede karamsarlık ve ümitsizlik olmuştur. Hele taşrayı ve Çukurova’yı anlattığı bölümler… Sıtma, fakir köylüler, cehalet… Köy edebiyatı efsanesinin krallarındandır kendisi. Yanlış mı hatırlıyorum bilmiyorum ama on sene öncesine kadar yazarın İnce Memed serisi bu efsanenin gözdesi olarak en çok revaç bulan kitaplardandı ama şimdi eski ilgi yok sanki. Gerçekçi anlatımın ve kendi yetişme şartlarının da getirdiği yoğun karamsarlık ve ümitsizlik eserlerine yansımış ve benim çocuk yaşımda ilgimi azaltmıştı. Bu yüzden İnce Memed’i okumaktan vazgeçtiğimi hatırlıyorum.
Yazar Adana’da doğmuş, büyümüş. 5 yaşında babası kan davasından öldürülmüş. Çocukluğu ve ilk gençliği tarlalarda ırgatlıkla ve taşrada çeşitli işlerde geçtikten sonra dergilere gönderdiği hikâyeler ve yazılar ile 1950lerde Cumhuriyet Gazetesi’nde yazarlık yapmaya giden yol açılmış kendisine.
Eserlerinin en önemli özelliği ağalık sistemine getirdiği eleştiri, ezilen köylülerin durumunu anlatması ve tabii ki Çukurova ile Adana’yı tanıtmasıdır. Kemal Karpat’ın tabiriyle yerel unsurların kalıcı özelliklerini çok iyi anlatarak tüm dünyaya mal edebilecek romanlar yazmaya bana göre en çok yaklaşan Türk yazarlarından birisidir. Zaten Orhan Pamuk’tan önce kendisinin Nobel alması bekleniyordu. Eserleri birçok dile çevrilmiş ve onlarca farklı ülkeden birçok ödül almıştır. Herhalde şu an ülkemiz menşeli olup da dünyaya açılabilen en başarılı yazardır Pamuk’tan sonra.
Yazarın maalesef bir de ideolojik yönü var. Roman sanatı açısından çok değerli bir usta olsa da Kuşlar Gitti’de de gözlemlediğim gibi bu ideolojik yanı eserlerine karşı hep mesafeli olmama neden olan bir başka engel oldu benim için. Eseri okurken yazarın aykırı görüşlerine takılmadan okumak gerekiyor ama o görüşler kitaba çok fazla yansıyınca insan illa ki soğuyor. Yazarın ideolojik yönü, aldığı cezalar vs. belli oralara girmiyorum velhasıl ama bu beni kendisini sevmekten alıkoyuyor. Yine de okuma listemde hala bir Yaşar Kemal kitabı var: Demirciler Çarşısı Cinayeti. Fırsat bulunca okuyacağım inşallah.

Kuşlar da Gitti

Kuşlar da Gitti ’ye gelince, esere yazarın yine şiirsel/destansı anlatımı damga vuruyor. Florya kırlarında kuş tutan ve bunları azatlık olarak satarak geçinen sokak çocuklarının öyküsü işleniyor. Bizans’tan beri sürdürülen bu İstanbul geleneğinde insanlar kafeslerden parayla kuş alıp onu özgürlüğüne kavuşturup sevap kazanıyor, çocuklar da geçimini sağlıyor. Yazar arka planda ustaca İstanbul’un bozulduğunu, insanların kalplerinde hiç merhametin kalmadığını işliyor. Çocuklar yüzlerce kuşu satamıyor ve en sonunda onları yemek durumunda kalıyorlar.
Kitapta yüzlerce kuşun özgürlüğünü çalıp onları daracık kafeslere tıka basa dolduran ve o kuşları satıp mahallenin arsız kızlarıyla yatmayı hayal eden çocuklar masum olarak kahramanlaştırılıyor. İki tane kötü karakter var. İkisi de kuşlara işkenceyi onaylamıyor. Yazarın onları nasıl nitelediğine dikkatinizi çekeyim. İlki bir çocuk, adı Turgut. Zengin bir aileden geliyor. Kitapta “tuzu kuru” olarak anılıyor ve birazcık da deli olarak resmedilmiş. İkincisi ise yaşlı bir “mü’min”. Nedense hep mü’min, mü’minler diye geçiyor kitapta, yaşlı bir adam denmiyor, Müslümanlığına vurgu yapılıyor. Ağzından tükürükler saçarak çocukları döven ve bu işin günah olduğunu söyleyen, kuşları zorla salıveren bir karakter bu mü’min. Yeşilçam’daki imam imajı yani. İki kötü karakter, biri tuzu kuru zengin; diğeri ağzı kuru mü’min. (Kazlıçeşme’de  yaşayan  ve çocuklara “vay dinsiz domuzlar” diye saldıran gecekondu sakinlerini söylemeyi unuttum.)Herhalde yazarın ideolojik yanı beni soğutuyor dememi anlıyorsunuz şimdi.
Böyle bir adet var mıydı bilmiyorum. 1978’de İstanbul hakikaten çökmenin eşiğine galmiş o betimlere göre. Şimdi daha iyi pekçok açıdan. Ve ben de “mü’min”gibi düşünüyorum. Yazık değil mi o yüzlerce kuşa?


22 Kasım 2010

"İnsanlık İçin Gerçek Tehlike Dinî İnançlar Değil,Bağnaz Düşüncelerdir."*

Tarihte yaşanan ve din kaynaklı gibi görünen çatışmalara, gerçekte iktidar ve güç mücadeleleri neden olmuştur. Tek tanrılı dinlerin üzerinde anlaştıkları hususlar, anlaşamadıkları hususlara nazaran çok daha fazladır. Çatışan dinler değil, devletlerdir. Siyasetle ilişkilendiğinde manevi yönünü yitiren dinler, ne yazık ki pek çok yer ve durumda toprak, egemenlik, siyasi kontrol amacıyla verilen mücadelelerde bir araç olarak kullanılmaktadır.
Laik düşünce, dinî inançları nefretin, şiddetin ve savaşların nedeni olarak görme eğiliminde. Oysa insanlık için gerçek tehlike, dinî inançlar değil, bağnaz düşüncelerdir. Başta iki dünya savaşı, Franco, Mussolini, Hitler, Lenin, Stalin, Mao ve Pol Pot olmak üzere 20. yüzyılda yaşanan felaketlerin dinle hemen hiçbir ilgisi yoktur. Yüzmilyonlarca insan bağnaz fikirler üzerine kurulu laik, hatta ateist rejimlerin kurbanı olmuştur.

*[Şahin Alpay; 16 kasım 2010-Zaman Gazetesi]

Kaç Entellektüelimiz Var?*

"Lucien Herr'in tanımını merkeze alacak olursak başımıza gelen onca şeyin entelektüel yokluğundan kaynaklandığını teslim ederiz. Herr diyor ki "Sadece entelektüeller hukuku ve adalet idealini kendi kişisel çıkarlarının, doğal içgüdülerinin ve grup egoizmlerinin üstünde tutmayı başarabilen insanlardır."



Bu durumda sağdan sayalım, soldan sayalım, ortadan sayalım. Kaç tane entelektüelimiz var?"
*[Fatma Barbarosoğlu;23 aralık 2009-Yeni Şafak]

Din Dersi

".... bir anlamda genç beyinler için ilahiyat dersi her okulda mutlaka okutulmalıdır. Bu dersi alan çocuklar, iyi bir felsefe eğitimine de giriş yapmış olacaklar; çünkü inancı felsefeye girmeden anlatabilmek bence imkânsızdır. İnanç dersi hem zorunlu olmalı hem de dört-beş yılda bir çeşitli düzeylerde içeriği daha da zenginleştirilerek tekrarlanmalı. 21’inci yüzyılda inancın hayattaki yeri çok önemli olacak. Modern insan, inanç olmadan yaşayamıyor. Teklif ettiğim türde eğitimden geçmemiş insanlar,inancın ne anlama geldiğini bilmeden ibadetin kurallarını öğrenmeye başlıyorlar. İbadet öğreniliyor tabii ama inancın sadece bazı yasaklar ve kurallardan oluştuğu sanılıyor. İnancın temelinde yatan zengin felsefi içerik ve farklı inanç türleri arasındaki diyalog anlaşılamıyor, bu yüzden birçok dindar insan eksik bilgi almış oluyor."

 [Serdar Turgut;6 kasım 2010-Habertürk]

Okudukça: Ana


Maksim Gorki’ nin unutulmaz klasiği Ana komünizmin ya da sosyalizmin doğuşunu destanlaştıran bir klasik. Bayram tatilimde okuduğum bu kitabı Gorki 1907’de yazmış.

Roman fabrikada çalışan Rus işçilerin berbat hayatı ile açılıyor. Zor şartlarda az maaşla çalıştırılan işçilerin neredeyse tamamı hayatın yorgunluğunu içip sarhoş olarak gideriyorlar. Sonrasında da evde bekleyen karılarını döverek... Pelageya, romanın başkahramanı, bir diğer ifadeyle “Ana” o dayak yiyen kadınlardan. Bir gün kocası ölüyor ve o da rahat bir nefes alıyor. Artık oğlu Pavel’i yetiştirmek yaşamdaki tek gayesi oluyor. Pavel de fabrikaya gidiyor. O da tatillerde içip eve gelip terör estiriyor.

Derken oğlan değişmeye başlıyor. Sürekli kitap okuyor. Evine misafirler gelip değişik tartışmalar yapmaya başlıyorlar… Zamanla Pavel ve arkadaşları ezilen halkların sözcüsü olacak ve yayınladıkları gazete ve broşürlerle halkı peşlerinden sürükleyecek hale geliyorlar. Fakir halkın ezilirken zenginlerin onların sırtından geçinmesine ve bu insanlara zulmetmesine baş kaldırıyorlar. Bu başkaldırı onlara şöhretin yanında hapisler ve sürgünler getiriyor. Ana da zamanla bu davanın yılmaz bir işçisi olarak buluyor kendini. Kitap bir annenin dönüşümü üzerinden sosyalizmi anlatıyor.

Maksim Gorki 1917’deki devrime destek olmuş, Marksist bir yazar. Ömrü romanda anlattığı fakirlikler içinde ve sürgünlerde geçmiş. Kitaptaki olaylar 1905 devriminin alt yapısını anlatıyor.

Burada komünizmi anlatacak ya da eleştirecek değilim. Başta böyle masumane ve haklı gerekçelerle yola çıkılan bu davanın dünya tarihine ne kadar bol acılar eklediğini geçen yüzyılda gördük. Lenin, Trocki, Stalin, Pol Pot, Mao gibi milyonları öldüren, öldüremediklerine kan kusturan zalim hükümdarlar bu davanın insanları arasından çıktı. SSCB 70 yılda çöktü. Bugünün sosyalizmde ısrar eden devletleri birkaç tane kaldı. Kuzey Kore, Küba, Myanmar… Bu ülkeler herkese eşitliği hakikaten getirdi. Herkes fakir. İnternetten açın bakın fotoğraflara en az 30 yıl gerideler. Küba’da cep telefonu geçen yıl sınırlı bir surette kullanıma girdi. Kuzey Kore’nin hali belli zaten. Güney Kore ile aralarındaki fark dağlar kadar oldu. Çin bile komünizmin içine bariz surette kapitalizm serpiştirerek yol almaya başlayabildi.

Zalimlere karşı ayaklanan yığınlar eşitlik istiyorlardı. Herkes eşit olacak; kimse daha zengin, daha güçlü, daha asil olmayacaktı. Ama kitapta 313. sayfada(Akvaryum Yayınları,2009) da itiraf edildiği gibi hikâye hep baştan başlıyordu. Bugün eşitlik, yarın yine birileri zengin, birileri yine yoksul. Zaten eşyanın tabiatına aykırıydı her şeyin herkesin eşit olması. Kimi zengin olacak, kimi de fakir. Zaten öyle de oldu Sovyetlerde. Bir süre sonra eskinin çarları yerini partiye bıraktı ve onlar da devrimlerinin kırbacını acımasızca tüm halkın üzerinde acımasızca şaklattı, hem de eşit olarak. Bir kaymak tabaka üste çıktı ve birileri yine ezilenlerden oldu.

Çarenin demokraside olduğunu artık tüm dünya gördü. Demokrasi yavaş da olsa belli bir kesimin sultasından çıkarıyor halkları. Halkı gerçekten kanunlar önünde eşit yapıyor. Jakoben tavırlara izin vermiyor. Ancak kapitalizm gerçeği varken demokrasi de zulmü durduramıyor. Yine ezilenler ve ezenler olmaya devam ediyor. Bugünün dünyasının en demokrat ülkeleri aynı zamanda dünyanın da en zenginleri. Ve aynı zamanda dünyadaki her zulmün, her haksızlığın, her ezilmişliğin, her fakirliğin başlıca sebepleri yine onlar. Afrika, Orta Doğu, Asya bu hale kapitalizm ve komünizmin darbeleriyle geldi.

Peki, nasıl olacak? Bu dünya zalimlerin zulüm ile abad olacakları bir yer mi? Hangi sistem buna karşı koyacak? Pavel ve arkadaşlarının ve onların bugünkü versiyonu olan Taksim’de bildiri dağıtmaya devam eden yoldaşlarının unuttukları, hesaba katmadıkları bir tek gerçek var: Allah korkusu. Din duygusu olmadığı sürece hep kötüler çıkacak her davada. Kitapta da olduğu gibi “benim davam uğruna her yol mübah” diyenler çıkacak. Ve o kötülerin kötülükleri, iyilerin yaptıklarını hep bastıracak. Meşhur örnektir, 20 ayda yapılabilen bir bina 20 dakikada yıkılabilir. Allah korkusu olmadığı sürece masum gerekçelerle yola çıkan Pavel ve arkadaşları yeni Stalinler üretmeye devam edecek, özgür ve de demokrat Amerikalıların yöneticileri, dünyanın her yerinde darbeler yapmaya devam edecek, zulme karşı ayaklanan İslam Dünyasında radikal İslamcılar üremeye devam edecek. Bu her cenahta böyledir ne yazık ki.

Ancak kalplerdeki Allah korkusu zulmü durdurabilir vesselam.

18 Kasım 2010

You are the best; forget the rest!


İngilizcenin ilk öğrenildiği hazırlık sınıflarında genelde öğrenciler arasında kendilerinin uydurdukları ve dillere pelesenk olan deyimler, şiirler üretmek adettir. Bizim zamanımızda (8 yıl eğitime geçmeden önceki son nesil olduğumuz için hazırlığı 6. Sınıftan önce okumuştum) bestelenmiş ve Ali Güral Lisesi koridorlarında söylediğimiz bir İngilizce Kütahyaspor marşımız vardı. Ama ben bugün, üniversite ikinci sınıfta okurken o sıralar henüz hazırlık sınıfına giden bir arkadaşımdan duyduğum bir tabirden bahsetmek istiyorum:

“You are the best; for get the rest!” (En iyisi sensin; gerisini boşver.)

Dün bir köşe yazısı okudum. Çok beğendim. O anda gayrı ihtiyari olarak yukarıdaki cümleyi söylediğimi fark ettim. Bazen güzel bir olayla karşılaştığımda bunu yapıyorum gerçekten. Mesela çalıştığım kurumda umutsuz bir anımda bana yardım ederek beni çok ağır bir yükten kurtaran arkadaşıma da coşkuyla aynı sözü deyivermişim: You are the best; forget the rest!

Haşmet Babaoğlu çok sevdiğim bir yazar. Onu taa 90 Dakika programının ilk yıllarında tanımıştım. Yani 98 ya da 99’da. Hıncal Uluç ve Kenan Onuk’un olduğu o programda onu daha çok severdim. Şimdi de Lig Radyo’da bir programa katılıyor. Denk geldikçe dinliyorum. Ama onun köşe yazıları daha çok hoşuma gidiyor. Bir sosyolog olarak çok iyi analizler yapıyor. İşte dün okuduğum o yazıdan bir alıntı:

"Tarihin en kan dökücü toplumlarına şöyle bir bakın... Hepsi "Aydınlanma" sonrası ortaya çıkmıştır.
İki dünya savaşına...
Etnik ve siyasal kıyımlar tarihine bir bakın.
Ne göreceksiniz?
Parmağı kesilince başı dönen...
Hastane tüpleri dışında kan görünce korkudan bayılan...
Uygar ve çıtkırıldım müstekbirlerin akıl almaz zalimliğini göreceksiniz!"
(Yazının devamı)

15 Kasım 2010

Okudukça: Üç Silahşörler


Kitabı bir ay kadar önce elime aldığımda çocukluk yıllarımda bulmuştum kendimi. 90ların başında henüz okula gitmez iken TRT’de yayınlanan Üç Silahşörler isimli çizgi filmi izlerdim. Türkiye’deki pek çok kişi gibi “Atos, Portos, Aramis” üçlüsüyle o zamanlar tanışmıştım ben de. Ve tabii ki yine pek çoğumuz “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!” sloganını hemen ezberleyivermiştik. Köyde çocuklarla bir çete(!) kurduğumuzu hatırlıyorum. Bu slogan altında birbirimizi kollayıp gözetecek, büyük çocukların bizi dövmelerine izin vermeyecektik. Bu sloganları attığımız o vişne bahçesi ve tahta kılıçlarımız geldi aklıma şimdi de. Hey gidi günler diyebiliyormuş insan daha 30’una girmeden.

Alexander Dumas’ın aşk, entrika ve macera dolu romanı Üç Silahşörler, yazarın en önemli eserlerinden biri. Edebiyat tarihinin en büyük klasiklerinden biri olan kitabı okurken sık sık çok kaliteli bir aksiyon filmini izliyormuşum hissine kapıldım. 650 küsur sayfada işlenilen ana karakterler o kadar ayrıntılı ve derinlemesine anlatılmış ki şu an sanki onlar dışarıda tanıdığım insanlardan bazılarıymış gibi geliyor.

Bilge Athos, gösteriş meraklısı Porthos, dindar ve kibar Aramis ve onlara katılan cesur Gaskonyalı D’artagnan. Kralın silahşörleri Kraliçe, İngiltere, Kral, Kardinal Richelieu ve Milady de Winter arasında maceradan maceraya koşuyorlar. Tarihi bir roman olan eserin 17. yüzyılda gerçekten yaşamış olan D’artagnan isimli bir subayın anılarından etkilenerek yazıldığı ve devamı suretinde iki roman daha yazılarak bir üçleme haline getirildiği söyleniyor.1 Ama ilki klasikler arasında kalabilmiş. Üstelik kitabın ana kahramanı D’artagnan iken niye kitaba Dört Silahşörler değil de Üç Silahşörler denildiğini de böylece kavramış oluyoruz.



14 Kasım 2010

Ay Devrimi

Bizim "Ekim" diye bildiğimiz aya o tarihe kadar "Teşrin-i evvel", Kasım'a "Teşrin-i sâni", Aralık'a "Kânun-u evvel", Ocak ayına da "Kânun-u sâni" denirdi.

Birtakım "Türkçeleştirme" girişimleri yok değildi, bu aylara "ilk" ya da "birinci", "son" ya da "ikinci" ekleri uygun görülmüş, ayların isimleri "İlkteşrin", "Sonkânun" gibi şeylere dönüşmüştü.

Ama bu gene de yeterli bulunmamıştı. "Radikal" bir değişikliğe gidildi.

"Ay devrimi" tuttu, tıpkı Latin alfabesi gibi. Bugün en yaşlı vatandaşımız bile eski isimleri kullanmaz, hatırlatılmadıkça da hatırlamaz.

Fakat niçin bu kadar beklenildi acaba?

Ekinlerin ekildiği aya Ekim (sahi ekinler ekimde mi ekilir?), ocakların yandığı aya Ocak dediler (sanki yılbaşına kadar herkes denize giriyordu), arada kalan aya da hiçbir isim uyduramadıkları için Aralık deyip çıktılar. (Kasım mis gibi Arapça kökenlidir oysa.) Aslında bütün ayların isimlerini değiştirmeyi düşündüler.

Buldukları isimleri de size sıralayayım:

"Ocak, Gücük, Yelin, Açaray, Gülay, Bozaran, Biçim, Derim, Verim, Ekim, Kasım, Aralık!"

Dördü kabul gördü, ötekiler tutmadı. "Osmanlıca kokan" isimleri değiştirdiler, putperest tanrılarının adlarını taşıyan Mart ve Temmuz aylarına, bir Roma İmparatoru'nun adını taşıyan Ağustos ayına dokunmadılar.

[Engin Ardıç-Sabah, 10 Kasım Çarşamba]

13 Kasım 2010

Okudukça: 0002 Plakalı Günler


Yeni Şafak Gazetesi Başbakanlık muhabiri Erhan Seven 15 yıllık başbakanlık muhabirliği anılarını kitaplaştırmış. Ben de alıp okudum. 1995’te Sabah’ta başladığı Başbakanı takip etme vazifesinde 2000lerde Yeni şafak’a geçen Seven bugüne kadar Necmettin Erbakan, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit, Abdullah gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın peşinde koşup haber yapmaya çalışmış. Bu renkli kişilerin etrafında koşuştururken de pek çok renkli anı biriktirmiş.

Anılarını okurken muhabirliğin hem ne kadar zevkli, hem de ne kadar zor olduğunu gördüm. Erhan Seven doğrusu Erbakan’ın konvoyu ile Ankara sokaklarında az kovalamaca oynamamışlar. Ecevit ve Rahşan Hanım hakkında ilginç ayrıntılara yer veriyor. Ecevit’in tevazusunu, Erbakan’ın sakallı korumalarını, Mesut Yılmaz’ın sigara tiryakiliğini, Erdoğan’ın sigara düşmanlığını eğlenceli bir dille anlatıyor.

Fenerbahçe’nin yenildiğini duyunca morali bozulan ve gazetecilerle konuşmayan Erdoğan’ı; onun aksine bir Galatasaray hayranı olan Mesut Yılmaz’ın sırf uğur getirdiği için bir maç öncesi devletin bakanını nereye gönderdiğini okuyunca şaşırdım. Hele Formula 1 yayınlarına isyan eden Ecevit’in NTV’ye sitemi ilginç bir ayrıntıydı zira NTV yayınlamadı sonraki sezonlarda.

0002 Plakalı Günler ağır ve ciddi kitapların arasında teneffüs etmeye yarayan eğlenceli ve son 15 yılın başbakanlarına farklı bakış açıları sunması açısından faydalı bir çalışma

Sinema: New York’ta Beş Minare

90lı yıllarda başladığı müzik kariyeriyle tanıdığımız pop-arabesk sanatçısı Mahsun Kırmızıgül, son 4 yılda yaptığı üç filmle herkesi şaşırtmaya devam ediyor. Önce burun kıvrıldı, alay edildi. Sonra şaşırıldı, kıskanıldı ve görmezden gelindi. Kolay değildi; Kırmızıgül, bol mankenli düşük kalite pop-arabesk kliplerden, 15 milyon dolar bütçeli filmlere geçmişti. Benim de ilgilenmediğim ve haz etmediğim bir insan olmasına rağmen, yaptığı filmleri gördükçe kendisine sempati besler oldum. Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm’den sonra geçen Cuma New York’ta Beş Minare gösterime girdi. Beyaz Melek’i biraz beğenmiş, Güneşi Gördüm’de ise beklentilerime cevap bulamamıştım. Ancak son filmini eleştirilecek pek çok noktasına rağmen oldukça beğenmiş bulunuyorum.

Mahsun’un üçüncü filminde geldiği yer, kaydettiği gelişme bariz. Türkiye’de kimsenin hayal edemediği filmler çekiyor. 15 milyon dolarlık, Türkiye için rekor bir bütçeyle yola çıkmış ve rekor kopyayla gösterime sokmuş filmi Kırmızıgül. New York’ta Beş Minare aksiyon sahneleri, müzikleri ve oyuncu kadrosuyla sinemamızda şu ana kadar olmadığımız noktalara ulaşmış bulunuyor.

Filmi genel hatlarıyla beğendiğimi söylemiştim ancak eleştirilecek çok nokta da var. Eleştirileri sıralamadan önce Mahsun’u cesareti, doğru bildiğinden şaşmaması ve kendini geliştirmesi gibi değişik yönlerinden dolayı kutlamak gerekiyor. ‘Beyaz Türkler’e muhtemelen kendini hiçbir zaman beğendiremeyecek olan Kırmızıgül, sinemamızda adeta tabu olan din konusuna samimi bir şekilde giriyor. Kendisinin ayrılıkçı bir yönetmen olmasını bekleyen, devlete ve sisteme isyan eden yeni bir Yılmaz Güney olmasını bekleyenlere inat üç filmdir bu ülkenin yozlaşan değerlerini cesaretle ele alıp, birlik ve beraberliği güçlendirmeye yönelik mesajlar veriyor.1   Filmlerindeki benim gibi amatör sinema sevenlerin bile kolayca ayırt edebildiği acemiliklere rağmen, yukarıda bahsettiğimiz dinamikleri savunması ve bu yöndeki samimi niyeti ile takdir edilmeyi sonuna kadar hak ediyor.

Filmin oyuncu kadrosu oldukça önemli insanlardan oluşuyor. Türk sinemasının en başarılı oyuncularından Haluk Bilginer, Face/Off’tan tanıdığımız Gina Gershon; Terminatör 2’de canlandırdığı yok edici robot tiplemesiyle hafızalara kazınan Robert Patrick; son olarak da Testere ve Cehennem Silahı serisi gibi başarılı rollere imza koyan Danny Glover. Bu dört oyuncu filmde oldukça başarılılar. Özellikle Hacı Gümüş karakterini oynayan Haluk Bilginer muazzam bir performans sergiliyor. Doğulu şivesiyle ‘Ben katil değilim, oğlum’ deyişi uzun yıllar hafızalara kazınacak gibi. Filmi tek başına alıyor ve götürüyor. Öte yandan yönetmenliğinde sürekli aşama kaydeden Mahsun maalesef oyunculukta çok başarılı değil, filmde oldukça sırıtıyor. Yine Mustafa Sandal önemli bir karakteri sıradanlaştırıyor. Bu iki kişi yerine keşke asıl mesleği oyunculuk olan birileri olsaydı. O zaman film çok daha etkileyici olabilirdi.

Film şu ana kadar İslamofobiye karşı yapılan en etkileyici film.(Zaten böyle kaç film var ki?) Bu yönüyle pek çok önyargıyı azaltabilir. Filmin Amerika ve Avrupa’da da gösterilecek olması bu açıdan oldukça önemli. Hacı Gümüş’ün Fethullah Gülen, Bediüzzaman ve Mevlana’dan yaptığı alıntılar, hapishanede Deccal’a verdiği manifesto gibi cevap, İslamofobi sahibi pek çok Batılıyı (filmdeki FBI ajanı gibi) yumuşatacaktır ümidindeyiz.

Eleştiriler

Filmin dikkat çeken zayıf noktalarından ilki, Güneşi Gördüm’e göre azalmış olsa da, yine çok fazla mesaj içeriyor olması galiba. İslamofobi, dinler arası diyalog, radikal İslam, ABD emperyalizmi, kan davası, önyargıları yıkmak ve cehalet gibi pek çok konu işleniyor filmde. Ama yine de İslam’ın bir barış dini olduğu daha ön planda. Diğer konular yan hikaye gibi duruyor daha çok.


İkinci olarak önemli mantık hataları var. Filmin başat karakteri olan Hacı Gümüş’ün etrafında pek çok çelişki oluşturulmuş. Bir kere kendisinin bir Hristiyanla evlenmesi fıkhi açıdan mümkün olsa bile, realitede oldukça zor. Herkesi kolayca etkileyen böyle bir zatla evli bir bayanın ondan etkilenip Müslüman olması beklenir. Hadi bu neyse ancak, karısının giyim tarzı, Hacı’nın onu başkalarının yanında öpmesi gerçeklikten oldukça uzak. Bu söylediklerimi bağnazlıkla değerlendirilmesini istemem. Ancak Hacı Gümüş gibi bir karakter, eşine karşı son derece nazik ve saygılı olsa da onu başkasının yanında öpmez. Bu adaba münafidir. Sanki burada Müslüman bir erkeğin ne kadar modern olduğu anlatılmak istenirken ölçü kaçırılmış. Böyle bir bayan hep Hıristiyan kalsa bile böyle ruhani bir kişiliğin yanında üstelik başkaları da varken mini etek giymeye hicap eder. Hacı’nın böyle bir kız yetiştirmesi de saçmadır. Çünkü dinen erkeklerin gayrimüslimle evlenmesi uygunken bayanlara bu noktada izin yoktur. Hele kızının damadı, üstelik babası da izlerken, dudağından öpmesi; hem kilisede hem de camide nikah yapılması gerçekliğe uymayan; tolerans, hoşgörü ve diyalog gibi kavramlarla tevil edilemeyecek kadar absürt olaylardır. Oldukça dindar bir Müslüman olan Marcus karakteri de bir hanımı yanağından öpemeyeceğini bilir. Hele ölen bir Müslümanın yavaş yavaş ölürken kelime-i şehadet getirmemesi anlaşılır gibi değil. Keşke bu noktalar senaryo yazımı veya film yapımı esnasında bir bilene sorulsaydı. İnanın Hacı’nın seccadeyi katlama stili bile namaz kılan her insana yapmacık gelir. Çünkü seccade öyle katlanmaz. Ayakların değdiği yer secde edilen kısma değdirilmeden katlanır. Bu çok ince bir ayrıntı belki ama böyle bir film çekiyorsanız ve filminizde böyle bir karakter varsa bunlar kesinlikle atlanılmamalıdır.

Filmin başlarında yer alan Ali Sürmeli’nin oynadığı hoca ve cemaati, silah ve Kuran üzerine yemin eden ülkücüler ve başka bazı karakterler daha sonra ortalıktan kayboluyorlar. Filmin sonuna kadar onlarla karşılaşmayı beklesem de bir daha görünmediler. Ayrıca hala böyle ülkücüler var mı? Bazı ulusalcılar var ama onlar hiç de Filistin’e yardım toplayacak kişiler gibi durmuyorlar.

Filmdeki Deccal karakteri de yeterince işlenmemiş. Radikal İslamı anlatırken ‘Deccal’ kod adlı bir terörist olarak ortaya çıkan karakter başlarda hiç yok. Filmin başlarındaki söylem insanı sanki gerçek Deccal üzerine yapılmış bir film izliyor izlenime sürüklüyor.

Film boyunca halim selim bir Müslüman karakter olan Marcus’un Harlemli dostlarının halleri, FBI’dan adam kaçırabilecek çapta oluşu derinlemesine anlatılamadığı için kafalarda soru işaretleri bırakıyor.

Aşağıda gördüğünüz afiş filmden çok önce yayınlanmıştı. Filmin adından da hareketle New York’ta Beş Minare isminin filmde nasıl geçeceğini bekledim durdum. Gökdelen görüntüleri eşliğinde bir sabah ezanı sahnesi var ama afişteki minare-gökdelen karşılaştırmasını filmde bulamadım. Herhalde filmin sonunun Bitlis’te geçmesinden hareketle bu isim verildi ama kendimi bir Amerikalının yerine koyduğumda filme bu adın verilmesinin oldukça muallâkta kaldığını düşünüyorum.

Konu

Film parça parça sahnelerle başlıyor. Önce bir bombalı cinayet görülüyor. Radikal İslamcı terörü çökertmek üzere değişik cemaatlere sızan polis en sonunda diğer cemaatlerin suçsuz olduğuna karar verip teröristlere baskında bulunuyor. Filmin en etkileyici aksiyon sahneleri de bu çatışma sahneleri. Polat Alemdar’a yaptıkları gibi teröristler bir bir ortaya çıkıp “Gel beni vur” demiyorlar. Polislere hayli zayiat verdirdikten sonra İstanbul’un ortasındaki roket atarlı çatışmada hepsi ölü ele geçiriliyor. Ve de domuz bağı bağlanmış iş adamları kurtarılıyor. Bu esnada açık olan TV’de Obama Mısır’da İslam Dünyasına mesajlar yolladığı konuşma var. Bu mesaj ve çatışma kısmı oldukça gerçekçi ve başarılı geldi bana.
Öte yandan radikal terörü destekleyen lider olduğu düşünülen “Hacı Gümüş” Amerika’da yakalanıyor. Bundan sonra iki Türk polis –Mustafa Sandal ve Mahsun Kırmızıgül- onu teslim almak için Amerika’ya gidiyor. Kod adı Deccal olan bir terörist bulmaya giden polisler Amerika’da hem bu şahsın hiç de bekledikleri gibi olmadığını görüyor hem de onlarla ilgilenen FBI ajanının şahsında İslamofobi ile tanışıyorlar. Filmin bundan sonrası ilginç sürprizler ve beklenmedik bir finalle noktalanıyor.

Filmin Güzellikleri

Bunca eleştiriden sonra filmin birçok güzel yönünden bahsetmemek haksızlık olur. Başta kullanılan, Hollywood filmlerinde de sık gördüğümüz parça parça sahnelerin sonradan birleştirilmesi fikri güzel olmuş. Sahneler bir camide zikir yapan aynı kıyafetleri giymiş aynı anda hareket eden, lerzeye gelmiş bir cemaat görüntülerinden bir polis okuluna geçiyor ve onların camideki insanlar gibi komutanlarının huzurunda tek bir insanmışçasına verilen komutları huşu içinde yapmalarını gösteriyor. Siz de etkileniyorsunuz.
New York ve İstanbul’u havadan gösteren görüntülere oldukça fazla yer verilmiş. Film insana İstanbul’un, boğazın bir kez daha ne kadar güzel olduğunun farkına vardırıyor. New York’a da övgülerle dolu sahneler var. Klasik Hollywood filmlerini aratmayan takip sahneleri ve kaçan suçluyu çatıda sıkıştırma klişesiyle de olsa New York’u havadan görüyorsunuz ve bundan da etkileniyorsunuz.
Filmin övgüye değer en güzel yanı başta da belirttiğimiz gibi Mahsun’un dine oldukça olumlu bir açıdan yaklaşması olmuş bence. Başlarda Ali Sürmeli sonrasında da Bilginer’in oynadığı karakterleri izlerken adeta mini bir vaaz dinliyorsunuz. Dine mesafeli kesimler bu açıdan filmi sıkıcı bulabilir. Ama ben bu filmde çocukluğumdan beri onlarca Hollywood filminde rastladığım ve hiçbir Türk filminde göremediğim kutsal kitaplardan alıntı yapan karakterlerin bu filmde bu kadar çok sayıda olmasından memnunum. Yıllarca pek çok filmde İncil’den pek çok ayeti dinledikten sonra burada Kur’an ayetlerini görmek insana nihayet dedirtiyor. Üstüne Mevlana ve Bediüzzaman gibi inanç dünyamızın dev şahıslarının müthiş sözlerini işitmek apayrı bir zevk. Haluk Bilginer’in bu kısımları hakikaten çok iyi kotardığını da belirtelim.

Hocaefendi?

Filmi izlerken pek çok yerde Fethullah Gülen Hocaefendi’ye de atıf var. Örneğin Ali Sürmeli mükemmel bir taklitle vaaz ediyor filmin başlarında. Bunun için bir ay bir yere kapanıp vaaz videolarını izleyip çalışmış.2
Müslüman terörist olamaz, terörist Müslüman kalamaz. Masum bir insanı öldüren kişi sonsuza dek cehennemde kalacaktır” gibi Hacı Gümüş’ten duyduğumuz ifadeleri Hocaefendi 11 Eylül’den hemen sonra gür bir sesle dillendirmişti. Kendisini katil olmakla suçlayan polise suçsuzluğuna inandırmak isterken Hacı Gümüş, Hocaefendi’nin bu sözlerini kullanıyordu.
Hacı Gümüş karakterinde gözlemlediğimiz bir başka Gülen benzerliği de memleket hasretinin yoğun bir şekilde işleniyor olması. “Niye daha önce dönmediniz?” sorusuna cevap olarak “Durgun suları bulundurmak istemedim.” bize yine Hocaefendi’yi hatırlatıyor.
Bununla birlikte Hacı Gümüş kesinlikle Fethullah Gülen’i anlatmıyor. Karakteri kurgularken yukarıda bahsettiğimiz yönler alınmış ama başka da bir benzerlik çıkmıyor, oldukça derin farklar var. Hacı Gümüş’ün evliliği, marketler zincirinin olması ve memlekete dönmeme sebebinin ülke gündemiyle ilgili olmayışı bu farklardan bazıları.

Hapishanede Deccalla Diyalog

Filmin şüphesiz en etkileyici ve en vurucu yeri Hacı Gümüş ile “Deccal” kod adlı teröristin hapishane hücresinde yaptıkları konuşma. Deccal ‘kâfirlere ölüm’ şeklinde cihadı özetleyip, üstüne bir de bu tarifi Peygamber Efendimize dayandırıyordu.  Yan hücreden söze giren Hacı Gümüş ise İslamiyet’in kanlı bir din olmadığını, Peygamberimizin 23 yıllık peygamberlik hayatında savaştığı sürenin iki ayı geçmediğini, bunların da savunma amaçlı olduğunu anlattı. Bu bölüm filmin en güzel yerlerinden biriydi. Keşke biraz daha uzun diyaloglar halinde anlatılaydı.
Öte yandan New York’ta sabah namazını basan FBI ajanı da günün sonunda “Duygularına hakim olamadığını ve haksızlık ettiğini” kabul ediyordu. Kendisine “İslam düşmanı şerefsiz.” diyen Mustafa Sandal ise onun bu ön yargılarını kırmasına seviniyor, kardeşinin 11 Eylül kurbanlarından olması dolayısıyla ona hak veriyordu.

Asrımızın Üç Hastalığı ve Son Söz

Filmde ilginç bir şekilde Bediüzzaman Hazretleri’nden de bir alıntı yapıldı. Üstadın 1911’de Hutbe-i Şamiye’de bahsettiği İslam Dünyasının üç hastalığı: zaruret ve cahillik. Filmin sonunu ilginç bir şekilde bunlardan bir tanesine bağlamış Mahsun.
Sonuçta bana göre oldukça güzel bir film olmuş. Uzun uzun yazdığım eleştirilere rağmen filmin iyi yanları çok fazla ve toplamda filmi iyi bir film yapıyor. Filmi izlerken iyi işçilik, yoğun emek hemen göze çarpıyor. Binleri bulan kişi çalışmış olmalı. Aksiyon sahneleri, efektler, belli oranda müzikler bize Mahsun Kırmızıgül Sineması’nın yükselişini haber veriyor. Bu cesareti ve iyi niyetiyle gelecekte yine önemli filmler yapacağına dair ümitlerimizi artırıyor. Yeter ki, eleştirilere kulak vermeye devam etsin,  cesaretini sürdürsün ve kendisi oynamasın.

6 Kasım 2010

Edebiyatın Akıbeti

Mustafa Kutlu 26 Ekim tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nde edebiyat ve genel olarak sanatın popüler kültüre yenilgisinden bahseden bir yazı kaleme almış. Orada yazar Ayfer Tunç’tan bir alıntı yapmış. Biz de alıyoruz:

İnsani değerlerin ve erdemlerin hızla tarihe karışmasının yanı sıra, insanı derinleştiren, zihinsel bir doyum sağlayan edebiyat, şiir, sanat, felsefe gibi disiplinlerin hayatın içinde tuttuğu yer korkutucu bir hızla daralıyor. Üstelik sıkıştığı bu yerde sürekli piyasa koşullarına teslim olması, yaşayabilmek için hafifleşmesi gerekiyor. Edebiyat ve sanat ancak taviz vererek yaşayabiliyor. Artık gerçek sanat olsa da olur, olmasa da. Olursa etki alanını çoktan kaybetmiş olan küçük bir azınlık tatmin olur, olmazsa büyük çoğunluk eksikliğini hissetmez. Öyle bir noktaya varıldı ki pek çok kişi kitap okuma ihtiyacı hissetmediğini, bu nedenle yıllardır okumadığını müthiş bir özgüvenle hatta gururla açıklıyor veya sinemanın sanat filmleri olarak kategorize edilen ürünleriyle açıkça dalga geçiyor. Entelektüelin entele indirgenmesinin sonunda vardığımız yer, pek çoğumuzun farkında olduğu gibi, 72 milyonluk bir ülkede popüler kültür malzemesi olmayan kitapların ilk baskılarının birkaç bin adedi geçememesi ve anlı şanlı köşe yazarlarının gazetelerde "aman ha, gitmeyin, sanat filmi" türünden ağır alaycı cümleler kurmaktan çekinmemeleri.

Eski soylu ruh, eski soylu değerlerle birlikte öldü. 20. yüzyılın son yarısı ölmüş olan o soylu ruhu diriltmeye çalışmakla geçti. 21. yüzyılda ölüm bildiğimiz ama umursamadığımız bir gerçek artık. Çünkü mizacı, varlığı, algısı bambaşka bir insanın çağı bu. İnsanlar artık zihinsel doyum istemiyorlar. Derinleşmek istemiyorlar. Abartmayalım. Eskiden çok mu istiyorlardı? Hayır, ama en azından saygı duyuyorlardı veya duymasalar bile yüksek sesle dile getiremiyorlardı. Soylu değerlerin sarsılmayacağını sandığımız bir itibarı vardı. Bugünün insanı için erdem ve uygarlık bir ihtiyaç değil. Kültürel ve insani değerlere saygı göstermeyi lüzumsuz bir yük olarak görüyor. Hızlı hayata uyum sağlayabileceği biçimde, sığlaşarak yaşamak istiyor. Diziler de bunu kolayca sağlayan araçlardan biri. Kısacası mesele buzdağına benziyor.”

Maalesef durum bu. Çok satan kitaplara bazen kızasım geliyor ama bazen de yazarları ve okuyanları haklı buluyor sesimi kesiyorum. Yine de çok satmaya yönelik hazırlanmış kitaplar bana edebiyata hakaret ediyormuş gibi geliyor. Alacakaranlık, ….Dövmeli Kız, Olasılıksız… gibi kitaplar böyledir desem, ama onları da okumadım ki. Ama bunca kıymetli kitabı henüz okumamışken onları niye okuyayım ki…

5 Kasım 2010

Mütareke Basını ve Bediüzzaman Örneği



1.Dünya Savaşı'ndan galip çıkan İtilaf Devletleri ile Osmanlı arasında 30 Ekim 1918'de 'Mondros Mütarekesi' imzalandı. Taraflar arasında sağlanan ateşkesin ardından Anadolu'da işgaller başladı ve İngiliz Amiral Calthorpe komutasındaki 61 parçalık donanma 7 Kasım 1918'de İstanbul Boğazı'na girdi. Bu mühim hâdiseyi devrin Vakit gazetesi, "Memleket artık barış ve huzura kavuştu!"; Sabah gazetesi ise, "İngiliz milleti kâinatın en azimli milletidir" başlığı ile okurlarına duyurdu. 6 Ekim 1923 tarihine kadar İstanbul, beş yıl işgal altında kaldı ve bu döneme, "Mütareke İstanbul'u" denildi.

Mütarekenin ağır hükümlerini ve anlaşma sonrası gerçekleşen işgalleri kabullenmeyen vatanperverler tarafından Kuva-yı Millîye direnişi başlatıldı. Ancak işgal altındaki İstanbul'da basının bir bölümü Millî Mücadele aleyhinde yayın yaptı ve gazetelerde işgalciler lehine yazılara yer verildi. Mondros Ateşkesi sonrasında girilen süreçte, Osmanlı payitahtında şahıslar ve müesseseler taraflarını açıkça belli etmişlerdi. Bazı gazeteler Millî Mücadele'yi desteklerken; sömürgeci, mandacı ve işbirlikçi zihniyeti temsil eden gazeteler ve yazarlar ise, aleyhte bir tavır almış ve emperyalist devletlerin menfaatlerini savunmuşlardı.

Şahsî menfaatlerini işgal kuvvetlerinin emelleriyle birleştiren, işgale ve işgalcilere övgüler yağdıran, milletine güvenmeyen, bağımsızlık istemeyi 'çılgınlık', bağımsızlık mücadelesi verenleri de birer 'şaki' ve Kuva-yı Millîye adı altına sığınan 'haydutlar' olarak tasvir eden, işgalcilere karşı direnişin hattâ Yunan işgaline karşı konulmasının İtilaf Devletleri'ni kızdıracağını yazan bazı ihanet gruplarının sergilediği yüzkarası tavrı tasvip etmek elbette mümkün değildi. İşte Millî Mücadele devrinde İstanbul basınının bir kısmının sergilediği bağımsızlık karşıtı tutum, 'mütareke basını' tabirinin ortaya çıkmasına zemin hazırladı.

Rum Papadopulos tarafından kurulan, sonradan Mihran Efendi tarafından satın alınan ve Ali Kemal'in başyazarı olduğu 'Peyam-ı Sabah' gazetesi; Refî Cevat Ulunay'ın 'Alemdar' gazetesi; İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi olan Said Molla'nın 'İstanbul' gazetesi; Mehmet Asım Us ve Amerikan mandasını savunan Ahmet Emin Yalman'ın birlikte çıkardıkları 'Vakit' gazetesi ile Refik Halid Karay'ın 'Aydede' dergisi mütareke yıllarında Millî Mücadele aleyhinde yayın yapar. İstanbul dışında bazı yerlerde de bu tür işbirlikçiler çıkar. Meselâ İzmir'de çıkan 'Köylü' gazetesinin sahibi Mehmet Refet, şehrin işgalinden sonra Yunanlılarla işbirliği yapar ve İngiliz kurtarıcılığını över. Adana'da çıkan 'Ferda' gazetesi de Fransız işgal güçlerinin emelleri doğrultusunda teslimiyetçi yayın yapar. Rıza Tevfik ve Cenap Şahabettin gibi bazı isimler de, mütareke döneminde yaptıkları konuşmalarda; gazete ve dergilere verdikleri röportajlarda, 'işgalcilere yaranmaya çalışır' bir şekilde Türk kimliğini inkâr ederek Millî Mücadele aleyhinde bir duruş sergiler. Karikatürist Rıfkı, nâmı diğer 'Hain Rıfkı' da muhalifler arasında ilk akla gelenlerden biridir.


Sayısı çok fazla olmamakla birlikte bu yayın müesseseleri sırtlarını İtilaf Devletleri'ne dayadıkları ve onlardan maddî destek aldıkları için her türlü imkâna kavuşur. Mütareke basınının yazar-çizer takımı, başarıya ulaşamayacağı ve siyasî durumu daha da ağırlaştıracağı iddiasıyla, kalemini Millî Mücadele aleyhine kullanır. Böylece işgal güçlerinin emellerine âlet olur; Damat Ferit Paşa'nın İngiltere ile dostane işbirliğini savunan Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nı ve Anadolu hareketi aleyhinde faaliyet gösteren zararlı cemiyetleri desteklerler.

Aslına bakılırsa gazetelerin dış güçlerden destek alması mütareke yıllarından evvel başlamıştır. Meselâ Meşrutiyet döneminde basının durumunu Ahmet Emin Yalman; "Gazetelerden çoğu ecnebi parası alıyor ve bunun karşılığı olarak memlekette fitne ve karışıklık çıkarıyor, emellerine bilerek bilmeyerek âlet oluyorlardı. O sırada bir ecnebi hükümetten, bir ecnebi banka ve şirketten para almak bir gazetenin tıpkı satış gibi, ilân gibi, normal kaynaklarından biri sayılıyordu." diyerek açıklamaktadır. Buna göre, işbirlikçi mütareke basınının, 'İttihatçı' ve 'İtilafçı' şeklinde ikiye bölünen Meşrutiyet basınının tabiî neticesi olarak doğduğunu söylemek mümkündür. Meşrutiyet devrinin Batı yanlısı basını, İstanbul işgale uğradıktan sonra da varlığını devam ettirmiştir. İşgal savunuculuğu ve Kuva-yı Millîye düşmanlığı yapan Ali Kemal ve Refik Halid gibi isimlerin, Meşrutiyet devrinin sıkı birer 'özgürlükçüsü' olarak karşımıza çıkmaları çok mânidardır.

Millî Mücadele aleyhine yayın yapan gazeteciler, Lozan Anlaşması'ndan sonra, yeni rejim tarafından, düşmanla işbirlikçi ilân edilerek 150'likler listesine dâhil edilir ve yurt dışına sürülür. Bu gazetecilerin bazıları yabancı topraklarda ölür. Yazılarında İngiliz taraftarı olduğunu açıkça ifade eden ve İttihatçı karşıtlığı ile bilinen Refî Cevat Ulunay, sürgün döneminin çoğunu Paris'te geçirir. 1938 yılında çıkarılan afla Türkiye'ye döner; Yeni Sabah ve Milliyet gazetelerinde çalışır, 1968 yılında da ölür. Hürriyet ve İtilâf partizanlığı ile tanınan, Millî Mücadele düşmanlığı yapan ve hararetle İngiliz mandasını savunan Refik Halit de 150'liklerdendir. Sürgün döneminde Halep yakınlarındaki Cuniye kasabasında yaşar. 1938 affından sonra o da Türkiye'ye döner, çeşitli gazetelerde çalışır ve 1965 yılında ölür. Ferda gazetesinin sahipleri olan üç kardeş de 150'likler arasında yer almaktadır.

Millî Mücadele aleyhtarlığı yaptığı ve İngiliz mandasını savunduğu için Türk tarihinde mütareke basını tabirinin sembolü hâline gelen Ali Kemal, başyazarlığını yaptığı Peyam-ı Sabah gazetesinde çok sert yazılar kaleme alır. Gazetedeki son yazısı 10 Eylül 1922'de 'Gayemiz Birdi ve Birdir' başlığıyla çıkar. Bu yazısında, hem zafere sevindiğini belirtir hem de hâlâ aynı fikirde olduğunu ifade eder. Fakat Ali Kemal bir gün sonra gazeteden atılır. Gazetenin sahibi Mihran Efendi, gazetenin ismini, 'Peyam' kelimesini çıkararak 'Sabah' yapar ve 13 Eylül 1922 tarihli nüshasında Mustafa Kemal'e 'Başkumandanımız' der ve ağız değiştirerek Ankara'yı destekleyen bir çizgide yayın yapmaya başlar. Fakat başına bir iş gelmesinden korkar ve her şeyini satarak Avrupa'ya kaçar. Birkaç gün sonra İstanbul'da bir berberde yakalanan Ali Kemal ise, trenle Ankara'ya götürülürken İzmit'te halk tarafından linç edilerek öldürülür.

'Mütareke basını' tabiri, Mondros Ateşkesi sonrasında basının büyük kısmının Millî Mücadele'ye karşı olduğu önyargısı ile söylense de, esasında meselenin yanlış bilinen tarafları vardır. Zîrâ yukarıda adını verdiğimiz gazetelerin hâricinde İstanbul basını Millî Mücadele'ye destek vermiştir. Hattâ işgal günlerinde sansürün el verdiği ölçüde 'Akşam', 'Tasvir-i Efkar' ve 'Tanin' gazeteleri tarafından Anadolu'daki direniş hareketini savunan ve takdir eden yayınlar yapılır. Meselâ Tanin gazetesinde bu minval üzere yazıları neşredilen insanlardan biri olan Bediüzzaman Said Nursi, gayet cesur bir üslûpla kalemini bir kılıç gibi kullanır. İşgal altında tutulan bir şehirde yazılarında, "Tükürün İngiliz lâininin (lânetli) hayâsız yüzüne/Ey ekpekü'l-küpekâdan tekellüp etmiş (köpeklerin en köpeğinden köpekleşmiş) köpek" diye ağır ifadeler kullanır. Bediüzzaman'ın, 'Hutuvât-ı Sitte' adlı risalesini gizlice matbaalarda tabedip dağıttırması, İstanbul kamuoyundaki İngiliz aleyhtarlığının kuvvetlenmesine ve İngiltere lehinde yapılan propagandanın tesirini gün geçtikçe kaybetmesine zemin hazırlar. Hem telif ettiği Hutuvât-ı Sitte risalesi hem de Tanin gibi gazetelerde neşredilen makaleleri, onun İngilizlerin aleyhinde olduğunu açıkça ortaya koyar. Bu faaliyetleri üzerine İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığınca ölü veya diri ele geçirilmesi için emir verilir; fakat İngilizler onu yakalamayı başaramazlar.

Anadolu'daki Millî Mücadele hareketini destekleyen Bediüzzaman Said Nursi, İstiklâl Savaşı ve Kuva-yı Millîye aleyhine, İstanbul'da hükümet çevrelerinin ve İngilizlerin baskısıyla kaleme alınan fetvaya mukabil, devrin gazetelerinde bir fetva yayımlar. Fetva için 'iki tarafı dinlemenin zaruretine' işaret ederek, hürriyet mücadelesi veren Anadolu tarafının da dinlenmesi gerekliliğini dile getirir. Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi'nin Millî Mücadele aleyhindeki fetvasının, esaret ve baskı altında verildiği için geçersiz olduğunu belirtir. Doğrusu Bediüzzaman'ın, siyasî baskı altında olan Meşihat Dairesi'nin Millî Mücadele aleyhindeki fetvasını esastan bozması, bir ordu ile ancak yapılabilecek çok mühim bir hizmettir.

Makalelerinde İstiklâl Savaşı'nı 'cihad', Ku­va-yı Millîyecileri de 'mücahid' ilân eden, Anadolu'daki direnişi sarsılmaz bir kararlılıkla destekleyip Millî Mücadele hareketinin meşruiyetini ispatlayan Bediüzzaman'ın bu gayretleri, Millî Mücadele merkezinde de takdirle karşılanır. Israrlı dâvetler üzerine gittiği Ankara'da, Büyük Millet Meclisi'nde kendisine teşekkür edilir. Mütareke İstanbul'unda basındaki teslimiyetçi kalemlerin menfî tavrına mukabil, Bediüzzaman'ın o dönemde verdiği mücadelenin ehemmiyeti gün geçtikçe daha iyi idrak edilmektedir.

Netice itibariyle, İstanbul'un işgal altında kaldığı dönem değerlendirilirken, 'mütareke basını' tek bir yapı gibi idrak edilmemeli ve öyle yansıtılmamalıdır. Mondros Ateşkesi sonrasında İstanbul basını içinde yabancılara hizmet eden, işgalleri meşru göstermeye çalışan gazeteler olduğu gibi, her şeyi göze alarak Millî Mücadele lehinde yayınlar yapan gazeteler, gazeteciler ve mefkûre insanları da vardır. Her dönemi kendi şartları içinde değerlendirmek ve böylece tarafsızlığı yitirmemek gerekir. O yıllarda yaşanan hâdiselerden günümüze bakan yönüyle alınabilecek çok mühim dersler bulunmaktadır. Fakat hâlihazırda memleketimizde meydana gelen ve kamuoyunu yakından alâkadar eden bazı hâdiselerin iç yüzünü ortaya çıkarma adına araştırmacı yayıncılık yapan gazeteleri, birtakım önyargılarla 'mütareke basını' diye sınıflandırmak veya 'yandaş medya' diyerek dışlayıcı bir tutum sergilemek doğru bir yaklaşım değildir.

[Murat DUMAN Sızıntı Dergisi Kasım 2010 sayısı ]

Kaynaklar
- Murat Duman, Bediüzzaman Said Nursi-Hayatı ve Dâvâsı, Gelecek Yayınları, 2008.
- Aydın Keleşoğlu, İhanet Basını, Bilgi Yayınevi, 2010.
- Orhan Koloğlu, Osmanlı'dan Günümüze Türkiye'de Basın, İletişim Yayınları, 1994.
- Hıfzı Topuz, Türk Basın Tarihi, 100 Soruda Serisi, Gerçek Yayınevi, 1996.
- http://bianet.org, Prof. Dr. Uğur Kocabaşoğlu'nun 3 Mayıs 2010 tarihli açıklaması