29 Eylül 2010

Okudukça: Göze Takılanlar 3

Bu hafta Abdullah Aymaz’ın Göze Takılanlar isimli eserinin 3. Kitabını bitirdim. 4 kitaplık seri, yazarın Zaman Gazetesi genel yayın yönetmenliği yaptığı sırada yazdığı köşe yazılarından oluşuyor. Ancak bu yazılar gündeme ve siyasete yönelik olmayan yazılar. Halen Zaman Gazetesi yazarı olan Abdullah Aymaz aynı zamanda önemli bir eğitimci ve bir ilahiyatçı. Bu okuduğum kitapta yurt dışı gezileri ve yerli yabancı medyada yer alan haberlerden yola çıkarak olay ve hadiseler hakkında tefekkür çabası içinde yazılan denemeler yer alıyor.

Kitapta pek çok değişik olay hakkında Risale-i Nurlar ve Kuran’dan ayetlerle bağlantı kurup çok enteresan açılardan olayları değerlendiriyor ve insanı zevkli bir tefekkür yolculuğuna çıkarıyor. Ağırlıklı değindiği konuların başında Batı’da dine ve İslamiyet’e duyulan ilgi; İslamiyet’e giren bazı Batılıların hikâyeleri ve günlük medya haberlerinden yola çıkarak bu tarz olayların hakkında Kuran-ı Kerim’in ne dediği gibi konular geliyor.

Kitap altı bölümden oluşuyor. Bunlar; Din ve Sosyoloji, Değişen Hayatlar, Bilim-Hikmet-Sağlık, Sonsuz Mucizeden İlhamla, Dünden Bugüne ve Gezi Notları.

185 sayfalık kitap birkaç günlüğüne kısa tefekkür yolculuklarına çıkmak isteyenlere hararetle tavsiye edilir.



Okudukça: Çavdar Tarlasında Çocuklar


Çavdar Tarlasında Çocuklar; Amerikalı yazar Jerome David Salinger’in en ünlü eseri. 1951’de yazılan kitap, son yüzyılın en önemli romanlarından biri ve artık klasikler arasında gösteriliyor.

Salinger’in adını birkaç sene önce Kitapzamanı’nda yazarların sıra dışı özelliklerinin anlatıldığı bir dosyayı incelerken tanımıştım. Orada yazarın bu romanı ile meşhur olduğu ve Amerika ve dünya çapında bu eseriyle büyük ilgi gördüğü anlatılıyordu. Dosya konusu olarak da J.D. Salinger’in tek başına bir çiftlikte yaşadığı ve kimseyi kabul etmediği anlatılıyordu. O gün bugündür bu kitabı okunacak kitaplar listeme almıştım.

Eserde umduğumu bulamadım ama kitap oldukça önemli olmalıydı çünkü bozuk diline ve aykırı duruşuna rağmen Amerika’da okullarda okutuluyormuş. Zaten böyle aykırı eserlerin ilgi gördüğü ve başarılı olduğu çoktur. Hayatın ve olayların akışına kapılmadan yapılan analizler diğerlerine göre aykırı olacaktır elbette. Üstelik bu aykırılıklar olmadan da sıradanlığın dışına çıkabilmek mümkün değildir. Hemen her büyük besteci, sanatkâr veya ressamın hayatı büyük bunalımlar, buhranlar ve aykırılıklarla doludur. Burada da yazar asi bir gencin ağzından isyanını dobra dobra ortaya döküyor. Haliyle kitabın kahramanı Holden bir türlü kimseyle anlaşamıyor.

Kitabı okurken hep bu yazılanlar mutlaka yazarın kendi başından geçmiş olmalı diye düşündüm. Bu böyle midir, bilemiyorum. Ancak hiç kimse böyle duyguları kendisi yaşamadan bu şekilde anlatamaz. Ocak 2010’da ölene kadar yaklaşık 35 senedir kimseye röportaj vermemesi, asi ve toplumla anlaşamayan ruh haliyle Holden’ın aslında Salinger olduğunu düşündürtüyor bana da pek çokları gibi.

Kitapta olaylar Holden’ın okuduğu okuldan atılışından itibaren 4-5 günlük bir sürede geçiyor. Bu süreçte çevresindeki insanların samimiyetsiz ve ikiyüzlü davranışlarına bir türlü katlanamayan 16 yaşındaki Holden Caulfield’ın yaşadığı serseri hayat anlatılıyor. Zengin bir aileden gelen Holden, tam bir serseridir ve 4. kez okuldan kovulmuştur. Hayat ve kişiler hakkındaki görüşleri çok serttir ve en ufak laubali, riyakârane davranışlardan nefret etmektedir. Tiyatro sanatçısının yapmacıklığından, piyano çalan Ernie’nin şöhret düşkünlüğüne her şey ona ters gelmektedir. Yaşlı bir ihtiyarın inatçılığı ve hiçbir şeyi beğenmemesi vardır sanki onda. Ama aslında o olaylara herkesin baktığından farklı bakmaktadır. Hz. İsa’yı sevip, havarilerinden nefret ederken, taksiciye Central Park’taki göl donunca ördeklere ne olduğunu sorarken, sevdiği kızla çıkan oda arkadaşının kızın dama taşlarını arkaya dizmesiyle ilgilenmemesine gıcık olurken bu farklı bakışı görüyoruz.

O toplumun yapısını beğenmemektedir. Ona göre herkes çok sıradan bir hayat yaşamakta ve yapmacık tavırlar içinde hayatları rol yaparak geçmektedir.Kitabı okurken aklıma yanılmıyorsam Goethe’ye ait olan şu söz geldi:

“Yol kalabalıkların yönü değil, hakikatin istikametidir. Sen ona yönel ve kalabalıkları da döndür.”
Ancak Holden bir dava adamı da değil. Zaten yaşı 16 ama bu karakterin Salinger’in kendisi olduğunu da düşünürsek, o bunlara isyan etmekle birlikte aynı zamanda çok da ciddiye alıyor denemez. Daha doğrusu bunları eleştirirken kendisi ortaya pek bir şey koymuyor. Çareyi serkeşlikte ve kafayı bulmakta arıyor. Zorluklara katlanmak değil, kaçıp uzaklaşmak, başka bir hayata başlamak istiyor. Kitaba adını veren çavdar tarlasının kenarından düşen çocukları kurtarma projesini uygulama adına bir şey yapmıyor. İkiyüzlülükleri, sahtekarlıkları, gösteriş meraklılarını çok güzel analiz ediyor, ortaya döküyor ve isyan ediyor. Lakin bir ideali olmadığı için bu isyan ona yalnızlık, kimse tarafından anlaşılamama ve bunalım getiriyor. Zaten oldukça da zayıf. Her kavgada dayak yiyor, otelde parasını kolayca kaptırıyor.

Öte yandan kız kardeşi Phoebe’ye karşı ise oldukça sevgi dolu ve ona enteresan bir şefkatle yaklaşıyor Holden. Tam yalnızlık ve mutsuzluğunun ortasındayken bile ona hediye alıyor, ona kocaman bir insan gibi saygı gösteriyor.

Yukarıda kitaptan umduğumu bulamadım demiştim. Ben tabii ki beğenip beğenmeme makamında değilim. Ancak kitabın dili çok bozuk. YKY çeviri yaparken film çevirilerinden aşina olduğumuz lanet olsun ve kahretsin gibi kelimeleri çok fazla kullanmış. Bu bir bakıma iyi, küfürlü ifadeler okumuyorsunuz, ama öte yandan bir noktadan sonra sıkıcı olmaya başlıyor.

Kitabın 23. Sayfasında Holden’in ağzından Salinger şöyle diyor:

Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir. Ama öylesi pek bulunmuyor.
Açıkçası kitabı okurken veya bitirdikten sonra bu tarz bir his oluşmadı içimde. Salinger ya da anti kahramanı Holden Caulfield çok da aranıp konuşulacak tiplere benzemiyor. Yine de bu kitap insana değişik yönlerde düşünme egzersizleri yaptırıyor ve dolayısıyla okunmayı sonuna kadar hak ediyor.

14 Eylül 2010

30 Yıl Önce Darbeyle Uyandık

Sabah Gazetesi 12 Eylül Pazar günü 80 darbesinin memleketimize mal olan feci sonuçlarını yayınladı:

Türkiye 30 yıl önce sabaha karşı yapılan ve gerek etkileri gerekse sancıları halen süren askeri darbeyle uyandı. 12 Eylül 1980 günü sabah saat 3.59'da Türk Silahlı Kuvvetleri, emir-komuta zinciri içinde yönetime el koydu. Darbeyle birlikte Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren başkanlığında 5 kişilik bir Milli Güvenlik Konseyi kuruldu. Askeri darbeyle siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu, TBMM kapatılıp anayasa ortadan kaldırıldı. 650 bin kişi gözaltına alındı. Binlerce kişi işkence gördü. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 230 bin kişi açılan 210 bin davada yargılandı.

İşte rakamlarla 12 Eylül'ün Türkiye'ye getirdikleri:
  • 650 bin kişi göz altına alındı
  • 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
  • 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
  • 7 bin kişi için idam cezası istendi.
  • 517 kişiye idam cezası verildi.
  • İdam cezası verilenlerden 50'si asıldı.
  • İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.
  • 71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
  • 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
  • 388 bin kişiye pasaport verilmedi.
  • 30 bin kişi 'sakıncalı' diye işten atıldı.
  • 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
  • 30 bin kişi 'siyasi mülteci' olarak yurtdışına çıkmak zorunda kaldı.
  • 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.  
  • 171 kişi işkenceden öldü.
  • 937 film 'sakıncalı' diye yasaklandı.
  • 23 bin 677 dernek kapatıldı.
  • 3 bin 854 öğretmen, üniversite 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
  • Darbe döneminde 400 gazeteci için 4 bin yıl hapis cezası istendi.
  • Gazetecilere toplam 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
  • 31 gazeteci cezaevine girdi.
  • 300 gazeteci saldırıya uğradı.
  • 3 gazeteci silahla öldürüldü.
  • Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
  • 13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
  • 39 ton gazete ve dergi imha edildi.
  • 12 Eylül sürecinde cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
  • 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
  • 14 kişi açlık grevinde öldü.
  • 16 kişi kaçarken vuruldu.
  • 95 kişi çatışmada öldü.
  • 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi.
  • 43 kişinin intihar ettiği bildirildi.


Stanley Kubrick'ten bir söz

                                                                                                                                                                                   


"Tarihte bütün büyük uluslar daima birer gangster, küçük uluslar da fahişe gibi davranmıştır."

Dil Meseleleri: Referandum-Halk Oylaması

Türk Dil Kurumu iki ay önce yabancı kökenli kelimeler için Türkçe önerilerde bulunmuştu. Hatırlayalım:

 
Yabancı Kelime-Yeni Hali
  • Çip-Yonga
  • Bypass-Köprüleme 
  • Bilbord-Duyurumluk
  • Dart-Oklama
  • Duayen-Aksakal
  • Gurme-Tatbilir
  • Light-Yeğni 
  • Amblem-Belirtke
  • Aspiratör-Emmeç
  • Tribün-Sekilik
  • Klip-Görümsetme 
Bu kelimelere en önemli itiraz şu olsa gerek:

 
Çip, tribün, klip gibi kelimeler çoktan halkın diline girmiş durumda. Bu sebeple yerine bulunan isimlerin halkın kullanımına girmesine imkân yok. Nasıl bilgisayar, buzdolabı gibi kelimeler halkın diline yerleşmeden bulunup bu halleriyle Türkçeye yerleşmişse; bu kelimeler de zamanında kullanıma girmeliydi. Onlarca kuşak futbola duyduğu yoğun ilgiyle tribün kelimesini benimsemiş durumda. Artık kim kalkıp sekilik diyecek? Kral TV kurulalı neredeyse 15 yıl oldu. Hangi genç klip yerine görümsetme der?

 
İki aydır referandum heyecanı yaşıyoruz. Bu süreçle birlikte referandum kelimesi halk diline girmiş oldu bence. TDK niye referandum yerine ‘halk oylaması’nı kullanma hususunda kampanya yapmadı bu süreçte? Halk oylaması çok güzel bulunmuş, referandum gibi soğuk değil. Keşke TDK ve hatta MEB bu iki ayda halk oylaması adına bir kampanya yapsaydı. Sadece medyayı referandum yerine halk oylaması ifadesini kullanmaya ikna etselerdi yeterdi.

 

Haşmet Babaoğlu’ndan Ölüm Hakkında Düşünceler


Kimim ben? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Neden yok olacağım? Hayatta ne işim var?.. Bu soruları başınızı yastığa koyduğunuzda gözlerinizi uyku için yummadan önce bir sorun bakalım kendinize... Sorun da görün bakalım, hiçbir "yurttaşlık bilgisi"nin cevaplamaya yetmediğini... Hangi politik broşür, hangi "kimlik siyaseti" ve toplumsal aidiyet duygusu böyle bir soruyu mertçe ve cepheden göğüsleyebilir?

Cumartesi günkü yazımın başlığında "yaşamın özü sağlık mı?" diye sormuştum. Derdim "sağlıklı yaşam" modasının Dr. Mehmet Öz gibi gurularının gözümüzden kaçırmaya çalıştığı bir gerçeği vurgulamaktı!.. Dünyaya gelmek, bir anlamda ölüme doğmaktır. (Filozof Heidegger'e de bir selam çakmalı tam bu noktada!) Birgün mutlaka öleceğimiz için hayat anlamlıdır. Ölüm, soğuk ve uzak bir gerçeklik değildir, yaşamın orta yerindedir; kıpır kıpır, capcanlı bir gerçektir.

Kaynak: Sabah Gazetesi 5 Eylül 2010

Dünya İkincisiyiz


Türkiye’de düzenlenen Dünya Basketbol Şampiyonası’nda finalde ABD’ye yenildik ve gümüş madalya aldık. Bu tarihimizin en büyük spor başarılarından birisi oldu. 2001’de Avrupa 2.si olmuştuk. Şimdi Avrupa’nın zirvesindeyiz denebilir. Ayrıca bu başarı takım sporlarında bu zamana dek ulaşılan en büyük başarı olmuş oldu.

Basketbol Milli takımımız ev sahipliği yaptığımız turnuvada öyle bir oyun oynadı ki ikinciliği bile beğenmez durumdayız. Yıllardır İspanya, Litvanya, Yunanistan ve Sırbistan gibi Avrupa’nın büyük ekollerinin oynadığına benzer bir oyun geliştirdik ve gerçekten önümüze geleni yendik. (ABD maçından birazdan bahsedeceğim.) Sırasıyla Fildişi Sahili, Rusya, Yunanistan, Porto Riko, Çin, Fransa ve Slovenya’yı gerçekten eze eze yendik. Müthiş savunmamız ve hücumdaki müthiş paslaşma trafiğimizle bu takımları perişan ettik. Fildişi ve Çin’i bir kenara koyalım ama diğer takımları üst üste ve farklı yenmek çok büyük başarı. Biz seviyemizi Rusya, Yunanistan, Slovenya, Porto Riko ve Fransa’nın üzerine taşıdık. Özellikle o ana dek turnuvanın en güzel basketbolunu oynayan Slovenya’ya karşı tarihimizin belki de en iyi oyununu oynadık.

Tüm bunların üzerine basketbolun Brezilyası olan Sırbistan’ı yenmemiz gerçekten muhteşemdi. Baştan sona geride olduğumuz maçı son 4,3 saniye kala bulduğumuz hücum ve son 0,5 saniyedeki blokla kazandık. Bu muhteşemdi.

İspanya’yı deviren Teodosiç’e rağmen o maçı kazandık ama Durantlı ABD’yi durduramadık. Amerika gerçekten bize bir numara büyük geldi ve bizim yerimize kim olsa yine yeneceklerdi. Zira Durant 3 sayı çizgisinin 3-4 metre gerisinden bile zorlanmadan birçok üçlük attı. Atletik yapılarıyla bizi ribauntlarda da ezdiler. Fark yavaş yavaş açıldı ve yaklaşamadık bile. ABD’nin başarısı NBA yıldızlarından çok, Avrupa tarzı oynayan oyuncuları getirmelerinde yatıyor. Müthiş atletik özellikleri de birleşince ABD rahat şampiyon oldu. Sırbistan’ı mucizevî bir şekilde yendikten sonra aynı konsantrasyona ulaşmak bizim için hakikaten zordu. O son saniye galibiyeti bizi(hem oyuncular hem halk olarak) önemli ölçüde rahatlattı ve de yıprattı. Amerika maçında Slovenya ve Sırbistan maçları kadar üst düzeye çıkamadı oyuncularımız.

ABDli Kevin Durant en değerli oyuncu seçildi. Gerçekten durdurulamaz bir performans sergiledi. Ya 2008 Olimpiyatları’nda fırtına gibi esip altın madalya kazanan Kobe, Wade ve Lebron Jamesli kadro burada olsaydı ne olurdu? Zaten kırgınlığımız buradan geliyor. Biz böyle bir havayı bulmuşken; böyle bir Amerika’yı yenmeliydik. Bir daha böyle bir Amerika görmek artık çok zor.

Turnuvanın en iyi beşine kaptanımız Hidayet de girmeyi başardı. İlk beş şöyle: Teodosiç(Sırbistan), Kleiza(Litvanya), Hidayet(Türkiye), Scola(Arjantin) ve Durant(ABD).

Organizasyon FIBA Başkanına göre tarihin en çekişmeli turnuvasıydı. Organizasyon çok güzel oldu. Ama bize bu başarıyı yaşatan basketbolcularımız ve teknik heyetten istikrar bekliyoruz. Bu takım bu oyunu bir ekol haline getirmeli ve kendi evimizde olmadığımız zamanlarda da oynayabilmeli. Mesela artık her turnuvada bir şekilde ilk dörtte olmalıdır. Her zaman madalyaya aday olmalıdır. Seneye Avrupa Şampiyonası’nda ilk dörde girip artık olimpiyatlara kapılmamız gerek.



Anayasa Referandumu

Bugün 13 Eylül 2010. Türkiye yeni bir döneme giriyor. Anayasa değişikliği referandumundan %58 “evet” çıktı. Doğudaki BDP boykotunu da hesaba katarsak bu yüzde 65-70’lere çıkacak. Zira 12 Eylül akşamı onlarca televizyondaki tüm yorumcular boykota giden vatandaşların sandığa gitselerdi tamamının da evet diyeceğinden emindi.

Bu sabah Ankara ve İstanbul Savcılıklarına Kenan Evren ve etrafındakiler hakkında suç duyurusu yapıldı. Zaman aşımı meselesi var. Yargılanıp yargılanmayacakları şüphelidir. Ama bu bile büyük aşamadır. Mesele 90 yaşındaki Evren’in yargılanması değil. Artık Ergenekoncular, Balyozcular ve bilumum darbe heveskârları kolay kolay böyle heveslere kapılamayacaklar.

Bu referandum benim de ilk oy kullandığım seçim oldu. Daha önceki seçimlerde çeşitli sebeplerden ötürü oy kullanmamıştım. Siftahı da böyle yapmış olduk. Kütahya’da evetlerin oranı % 74 çıktı.

Referandumda ittifak yapan MHP ve CHP kurdukları hayır ittifakıyla ancak %42’ye ulaşabildiler. Bu yüzdenin içinde onlarca küçük parti olduğunu düşünürsek bu iki parti referandumun kaybedeni oldular. Tasvip edelim veya etmeyelim BDP siyaseten rüştünü ispatladı. Bu noktayı görmek gerekiyor. Tehditler vardı belki ama bu kadar yüksek oranda bir boykot beklemiyordum. Bölge halkı maalesef BDP ’nin; daha doğrusu Öcalan’ın dediğini yapıyor belli oranda. Açılım politikalarının niye gerçekleşmediğini de hesaba katarak Ak Parti kurmaylarının bu meseleyi doğru analiz etmesi lazım.

Ve halk oylaması gününün en trajik, en komik olayı: Hayır kampanyasının önderi Kemal Kılıçdaroğlu oy kullanamadı. Yani kendisi bile “hayır” diyemedi. İşin daha da trajikomik yanı ise bu ihtimalin 6 ağustos tarihinde Zaman Gazetesi’nde manşet olmasıydı. TRT’de Ekrem Dumanlı şunu açıkladı: Bu haberi yapan genç muhabirimiz bu ihtimali Kılıçdaroğlu’na sorduğunda CHP liderinin ‘yok öyle bir şey’ diyerek (yarı azarlama da içeren bir şekilde) bu soruyu geçiştirmişti. Daha ne desek boş, bu hadise siyasi tarihimizin en komik noktalarından biridir. Günlerce villa polemiği yapıp kendisinin villası ortaya çıkması, ya da İstanbul Büyükşehir Bld. Başkanlığı’na aday olup İstanbul’da kaybolması, her gittiği şehirde o şehrin meşhur ürünü( kayısı, fındık, incir...)üzerinden referandumdan bahsetmesi, herkesin bilmesine rağmen Kürt ve Alevi olduğunu anlamsız bir şekilde saklamaya çalışması, bugün şöyledir dediğini ertesi gün tam tersi yönde olarak iddia etmesi… Bilmiyorum ileride bu günler nasıl hatırlanacak.

Yeni değişiklikler vatana millete hayırlı olur inşallah.

7 Eylül 2010

Merkezi Ezan Sistemi ve Kaybolan Değerlerimiz

Merkezi ezan sisteminden herkes şikâyetçi, ben de. Nerde o eski ezanlar diyesi geliyor insanın. Yıllar sonra ilk kez İstanbul dışında bu kadar uzun kalıyorum ve daha öncesine göre bu sistem beni daha çok rahatsız etti. Şimdi Kütahya’nın bütün köylerinde aynı ezan okunuyor. Hoparlör sisteminin sesi sonuna kadar açık. Önce telsiz sesine benzer birkaç bip sesi duyuyorsunuz, böylece ezanın 3 saniye sonra başlayacağını anlıyorsunuz. Sonra hep aynı imam efendiden aynı ezanı dinliyorsunuz.

Küçükken yazlarımı köyde geçirirdim. Köyün hocasının sesi maalesef oldukça kötüydü. Bütün köylü şikâyetçiydi. Hatta imam sırf bu yüzden bazen ezanı bir arkadaşıma okuturdu. Bense hep yan köyün ezanını beklerdim. Çünkü orada sesi çok güzel yaşlı bir imam vardı. Kendine has bir üslubu vardı. Evde sanki şarkı söyler gibi onun tarzında ezan okumaya çalışırdım.

İlk bizim hoca başlardı, kendine has ve beğenilmeyen sesiyle. Sonra çevre köyler sırasıyla katılırlardı bizim hocaya. Köye 4 ayrı köyden 5 farklı ezan sesi gelirdi. Ama hepsini de ayırt edebilirdiniz. Mesela birisi hep geç kalırdı, hatta Ramazanlarda bile. Belki de emin olmak gibi bir hassasiyeti vardı, herkesi bekleyip öyle başlıyordu. Ama bazen 10-15 dakika geç kalıyordu. Tarladan, bahçeden yetişemedi herhalde derdik.

Benzeri çok sesli ezan korosu Kütahya merkezi için de geçerliydi. Çok güzel okuyanı, çirkin okuyanı, makam bileni, bilmeyeni, hızlı okuyanı, yavaş okuyanı peş peşe çınlatırdı Kütahya Ovasını.

Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı İstanbul hariç tüm Türkiye’de merkezi ezan sistemini kullanıyor bildiğim kadarıyla. Eskiden makamsız veya çirkin sesle ezan duyduğumda ben de merkezi ezan olsa derdim ama şimdi eski sistemin daha iyi olduğunu anlıyorum. Başlayalı ne kadar oldu bilmiyorum ama başladığından beri Kütahya’da hiç farklı ses duymadım. Sürekli burada kalanlar ne yapıyor bilmiyorum ama ben bu sesten bıktım. Müezzin güzel okuyor ezanı, hakkına girmeyelim, ama hep aynı ses olması insanı bıktırıyor. Sanki canlı değil de banttan okuyor, bir dakika yoksa gerçekten?? İnşallah öyle değildir. Öyleyse gerçekten çok üzücü. Mesele böyle banttan okumanın fıkhî olarak doğruluğu yanlışlığı değil, mesele ezan kültürümüzün kayboluyor oluşu.

Diyanet Teşkilâtı’nın gerekçesi belli, sesi güzel olmayan veya makam bilmeyen müezzinlerin ezan okurken ezanı katlediyor olmaları. Diyanet İşleri Başkanlığına niye aynı zatların kamet ve (şu an Ramazanda) salâvatları katletmesine, teravih namazını paldır küldür kıldırmalarına müsaade ettiğini sormak lazım. Alırken nasıl aldınızı geçiyoruz, hemen hepsi de muhterem insanlardır ama bari Ramazan için olsun müezzin ve imamlara ses ve makam eğitimi verilemez mi? Her Ramazan (bu kısmı İstanbul için de geçerli) teravihten çıktıktan sonra acaba bu namaz olmuş mudur dediğimiz namazlar üçte bir oranına yaklaşmaya başladı. Mesele jet imamlık değil, onları Allah’a havale ediyoruz, ama bazı hocalar hızlı okumak isterken mahreçleri çıkaramıyorlar. Müezzinlerin aralarda yanlış makamda ve cemaatten kopuk okudukları, daha doğrusu katlettikleri salâvatlardan bahsetmiyoruz bile. Hele ilahi diye namaz arasında yeşil pop dinlemek işkencesi cabası. Çocukluğunda namaz kılmaya başlamasına Kütahya’nın bir kenar mahallesindeki muhteşem sesli müezzinlerin okuduğu salâvatlar ve kıldırdıkları teravihlerin vesile olduğu birisi olarak bu duruma acilen bir çözüm bulunması gerektiğini düşünüyorum, zira Ramazan vesilesiyle gönlü namaza ısınan, camiye yaklaşan insanları, camiden soğutmak bir cinayet değildir de ya nedir Allah aşkına? Sadece selâtin camileri, Ulu camiler yetmiyor, insan camiye gidince farklı âlemlere gitmek istiyor, ama selam verdikten sonra sevinerek okumaya başladığınız salâvatı müezzin çirkin bir şekilde okuyunca, of diyorsunuz. Şeytanı, nefsi zar zor atlatmaya çalıştım, tam konsantre oldum gibi, ama o ses-makam her şeyi bozdu yine.

Merkezi ezan sisteminden nerelere geldik. Ama maalesef böyle. Eski estetik değerlerimiz kalmadı. Osmanlı bir medeniyetti, kültürünün her ince ayrıntısı bugün bize hayranlık veriyor. En küçük camiler bile özene bezene yapılmış, sanat değeri taşıyor. Bugün her mahallede bir merkez camii var İstanbul’da, hepsi de birbirine benziyor, aynı. Kimi suçlamak gerekir, bilmiyoruz. Hepimiz suçluyuz. Eskiden mal sahipleri, paşalar, padişahlar yaptırırmış, şimdi halk kendisi namaz sonrası yardımlarıyla ittire kaktıra yapıyor. Ne yapsınlar? T.C., Osmanlı gibi bir medeniyet kuramadı daha. Bu belki birkaç yüzyıl alacak. Ama bari eski medeniyet kalıntılarımızı da yok etmesek. Bizdeki gibi bir Tekbir, bizdeki gibi bir Salâvat hangi İslam ülkesinde bestelenmiş? Değerlerimiz kayboluyor.

Bugün mesela her merkez camiine en az iki minare yapılıyor, iki şerefeli, üç şerefeli. Bu minareler ne işe yarıyor? İmamlar yılda kaç kez çıkıyorlardır acaba? 3-4 yaşlarında bir çocuğunuz size sorsa, baba minare ne işe yarar, diye, ne cevap verirsiniz? Herhalde kem-küm eder, ya da “Oğlum eskiden…” diye başlayan bir cümleye başlarsınız. Artık maalesef kandillerde ve Ramazanda iki minare arasına mahya asmak için varlar pratikte. Minareler işe yaramıyor, yıkalım, değildir bu söylediklerim; minarelere, ezana, salâvata, kamete kısacası Türk-İslam Medeniyeti denilince akla gelen bize ait medeniyet değerlerimize sahip çıkalım diyorum.

Peki, ne yapmalı? Yapacak iş çok… Diyanet İşleri ses ve makam eğitimi versin, yeni imamları buna göre alsın. Hocalarımız kıraatlerini başkalarına dinletsin, eksiklerini gidersin. Müezzin yokluğunda mikrofonu eline kapan yaşlı amcalarımız sesi güzel değilse salâvata hurra girip ortalığı karıştırmasın. Müezzinler camide yeşil pop ilahi okumasın. Diyanet, camileri toplumla iç içe yapmaya çalıştığı gerçekten güzel çalışmalarına (Kur’an ziyafeti, hac hakkında bilgilendirme, vaaz, konferans) minareler hakkında da bir şeyler eklesin. Camilerin altı düğün salonu, çayevi, market deposu, toptancı dükkânı yapılmasına izin vermesin. Yüce Yaratan da eline klavyeyi geçirip işkembe-yi kübradan herkese savuran benim gibileri affetsin. Çok yüksek miktardaki gerçekten kendini yetiştirmiş, ihlâslı, samimi ilahiyatçılarımıza, hocalarımıza, kanaat önderlerimize bu yöne de eğilmelerini, bu alanda da çalışmalar yapmalarını nasip etsin. Âmin.

Güneş Dil Teorisi Üzerine

Güneş Dil Teorisi 1935 yılında Avusturyalı dilbilimci Hermann Kvergic’in öne sürdüğü ve Atatürk’ün ölümüne kadar destek verdiği bir teori. Teorinin içeriğine geçmeden önce, bu teorinin araştırılması ve tanıtılmasına verilen desteğin bilimsellikten ziyade siyasi sebepler içerdiğini belirtmek gerekir.

 
Cumhuriyet kurulduktan sonra pek çok devrim tepeden inme bir şekilde yapılmış ve bu halkta ciddi tepkilere yol açmıştı. Bu tepeden inme uygulamalar halkın en temel değerlerinden olan dil, din ve tarih bilinci gibi alanlardan başlamıştı. Alfabe değişikliği ile medya susturulmuş ve eleştiri yolu kapatılmıştı. Ezanın Türkçeleştirilmesi, Türkçe ibadet, Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi, Kur’an öğreniminin yasaklanması, dini kıyafet giyen insanların hapse atılması, binlerce caminin önce kapatılıp yıkılması veya satılması (ve camilere sıra konulup ayakkabı ile girilmesi, Sultanahmet Camii’nin heykel müzesi yapılması gibi cesaret edilemeyen ve vazgeçilen uygulamalar da var) devrimlerin din ayağını oluşturuyordu.

 
Dil alanında ise öncelikle yoğun bir tasfiye hareketi başlatıldı. 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (sonradan Türk Dil Kurumu) kuruldu. Burada alınan kararlar gereği yabancı kökenli kelimeler yerine “Öztürkçe” kelimeler üretiliyordu. Zamanın egemen ulusçuluk ideolojilerinin çabalarıyla birçok yabancı kelime dilden kaldırıldı. Burada temel hedef Türk toplumunu Osmanlı ve İslam geçmişinden koparmak ve Batı’ya yönlendirmekti. Mesela alfabe değişikliğinde birebir harf değişimi yapılmamış böylece eski dildeki kelimelerin söylenişi zorlaştırılmıştı. Arapçadaki sin, sad ve peltek se gibi üç harfin tek s harfi ile karşılanması gibi. Bu hareket (arılaştırma-tasfiye)ile Türkçe adeta budandı. Çok sık kullanılan birçok kelime sırf Arapça veya Farsça oldukları için dilen çıkarıldı, yerine aynı zenginlikte kelimeler koyulamadı. Pek çok nüans dilden kayboldu. Ayrıca çok fahiş hatalar da yapıldı. Mesela bugün çok kullandığımız örnek ve örneğin kelimelerinin aslının Ermenice; kurultay, Danıştay.. gibi kelimelerin üretildiği –tay ekinin de aslında Öztürkçe değil Moğolca olduğu ortaya çıktı sonradan.

 
Ancak bir noktadan sonra halkın bu yeni kelimeleri kabul etmediği olgusuyla yüzleşildi. Gazetelerdeki makaleleri edebiyatçılar bile anlayamaz hale geldi. Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı eserinde yeni kelimelerle yarım sütun yazı yazabilmek için saatlerce uğraştığını söyler. Nadir Nadi’nin Orta Asya lehçelerinde bulunan kelimelerle yazdığı yazılarını kimsenin anlayamadığından bahseder. Ve en sonunda bizzat Atatürk’e ricada bulunarak, daha önce yasakladığı“şey” kelimesinden örnek vererek bu gibi kelimelerin kökeni Arapça olsa bile yüzyıllardır kullanıla kullanıla artık Türkçeleşmiş olduğunu söyler. Burada Atatürk kendisine “Çocuk, dili bir çıkmaza saplamışızdır.” itirafında bulunur ve daha sonra bu tasfiye hareketinden vazgeçilir.1

 
Dil devriminin yeni mottosu (bugün benim de düşündüğüm ve zaten genel kabul gören) halkın diline girmiş kelimelerin artık Türkçe sayılması olmuştur. Öte yandan Atatürk tasfiye hareketinin yanlışlığını bizzat kendisi yaşayarak da görmüştür. Zira yeni üretilmiş (ya da Peyami Safa’nın tabiriyle uydurulmuş) ya da Orta Asya lehçelerinden alınmış kelimelerle yaptığı nutukların anlaşılmaz olduğunu fark etmiş ve Türkçenin sadece cemiyet üyelerinin anlayabileceği yapma bir dil olma yolunda ilerlediğini görerek bu tasfiye hareketinden vazgeçmiştir.2

 
Derken Hermann Kvargiç isimli Avusturyalı bir Türkolog ortaya çıkar ve Atatürk’e Güneş Dil Teorisini sunar. Atatürk bu teoriyi bizzat heyecanla karşılar ve doğruluğuna inanır. Kvargiç yeryüzündeki ilk insanın Türk ve konuşulan ilk dilin Türkçe olduğunu ileri sürmektedir. Üstelik diğer tüm diller de Türkçeden doğmuştur. Atatürk’ün heyecan duymasının sebeplerinden en başında bu teorinin başarıya ulaşması halinde tam bir keşmekeşe dönüşen dilde tasfiye meselesine gerek kalmayacak olmasıdır. Çünkü bu teoriyle atılacak kelimeler zaten Türkçe olmuş oluyordu. Çevresine hemen bu kuramın geliştirilmesi ve tanıtılması için eserler yazılması emrini vermiştir.

 
Devrimlerdeki hedefin halkı İslam ve Osmanlı geleneğinden soğutmak olduğunu söylemiştik. Yeni bir milliyetçilik bilinci oluşturulup, İslami gelenekten gelen referanslar kültürümüzden çıkarılmaya çalışılmaktaydı. Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın devamı olmadığı fikri halka benimsetilmeye çalışılıyordu. Bununla birlikte Batı karşısında aşağılanmış olma psikolojisi de bu devrimleri etkilemişti. Hem Güneş Dil Teorisi hem de Türk Tarih Tezi’nin yoğun bir şekilde tarihin ilk dönemlerine atıf yapması ve Orta Asya Türk Kavimlerini yüceltmesi bundandır. Tüm diller Türkçeden doğmuş, tüm uygarlık Orta Asya Türk Medeniyetleri’nden yayılmıştı(!) bu teorilere göre.

 
Atatürk’ün yukarıda bahsettiğimiz emrinden sonra pek çok insan değişik kelimelerin aslında hangi Türkçe kökenden geldiğini açıklamak için son derece ilginç ve absürt yorumlar içeren eserler ortaya koydular. Bu dilbilimcilerimizin buldukları bazı yabancı kelimelerin Türkçe(!) kökenlerini sizlere sunmadan önce Kvargiç’in bu teoriyi nasıl geliştirdiğine bakalım. Teori kabaca şöyle:

 
İlk insan için en önemli doğal güç güneşti, çünkü güneş aydınlatma ve ısıtma gibi özellikleriyle hayatın devamı için çok önemliydi. Bu yüzden toplumlar ilk dönemlerde güneşe kutsal bir hüviyet de atfediyorlardı. Kendileri için hayati öneme sahip güneşe en kolay söylenilen ses olan a ile ifade etmeye karar verdi. Böylece ilk hece ortaya çıktı. Devamında tabiat karşısında duyduğu korku, heyecan ve merak gibi duyguları sonucunda bugün Türkçedeki sesli harfler ortaya çıktı. A zamanla ağ oldu ve ilk kelime oradan çıktı…

 
Teori bu şekilde oldukça zorlama bir gayretle devam ediyor. Dil bilimcileri ve Atatürk’ün çevresinde bulunan bazı kişiler bu teoriyi geliştirme adına çeşitli eserler yayınladılar. Bu çalışmalarda teorinin doğruluğu adına değişik kanıtlar ortaya sunulmaya çalışıldı. Sunulan bu kanıtların kanıt olma özelliği oldukça tartışılır olsa da o dönemde bu çalışmayı yapan kişiler arasında oldukça kabul gördü.

 
İşte bazı yabancı kelimeler ve bunların nasıl aslında Türkçeden geldikleri:

 
Firavun: Burun kelimesinden gelir. Çünkü firavun toplumun önündedir, aynı burun insanın önünde olduğu gibi. Yani firavun kelimesinin aslı burundan gelmektedir ve Türkçedir.

 
Apollon: “Ak oğlan”dan gelmektedir.

 
Afrodit: “Avrat”tan gelmektedir.

 
Niagara: İlk Türkler şelale görünce çıkan sesten dolayı “Ne Yaygara, Ne Yaygara” demişler ve Niagara Şelalesi’nin adı buradan gelmektedir.

 
Amazon: Türkler Amazon’u görünce “Amma da Uzun, Amma da Uzun” demişler ve Amazon kelimesi buradan gelmektedir.

 
Akademi: Ak adam, yani ak sakallı bilge kişiden gelmektedir.

 
Okay: İlk Türkler geceleri eğlenmek için aya doğru kim daha yükseğe atacak diye ok atma yarışı yaparlarmış. Bugün İngilizcenin en çok kullanılan kelimelerinden olan okay kelimesi oradan gelmektedir.

 
Bunları ilk duyduğumda oldukça şaşırmış ve insanların, hele koca koca dilbilimcilerin bunlara inanmasına hayret etmiştim. İşin daha da ilginç yanı ise Atatürk’ün bizzat kendisinin bu teoriye ölümüne kadar destek verip hatta kendisinin de bazı kelimeler için yorum yapmasıdır. Mesela Sivas’ta bir okulu ziyaretinde “paralel” kelimesinin Türkçedeki “beraber”den, “bülten”in (bulletin) de Türkçedeki “belleten” den geldiğini iddia etmiştir.

 
Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra nazariye eski popülaritesini kaybetmiş ve 1941 yılında üniversite programlarından da tamamen kaldırılmıştır. Buradan teorinin bu kadar popüler olmasının asıl nedenlerinden birinin Atatürk etrafındaki dalkavukların ona yaranma adına bu teoriyi köpürttükleri ve yukarıdaki saçma sapan kelime tahminlerini yaptıkları anlaşılıyor.

 
Yaralanılan Eserler:

 
  1.  Çankaya, Falih Rıfkı Atay.
  2.  http://www.burcfm.com.tr , Burç Fm Program Arşivi, Yavuz Bülent Bakiler’in hazırladığı “Gidenlerin Ardından” programı,

 

1 Eylül 2010

Türkçeleştirme Uğruna Kaybolan Nüanslar

Dilimizde sadeleştirme adına yapılan çeşitli sözüm ona devrimler Türkçeyi pek çok nüanstan da yoksun bıraktı. Halkın dilindeki birçok kelime sırf İslami bir geçmişten geldiği için dilden çıkarıldı. Yerine üretilmeye çalışılan kelimelerin pek çoğu halk diline girmedi, girenler arasında ise birçoğu eski kelimelerdeki nüansların kaybolmasını netice verdi.

Mesela “harp” kelimesi yerine kullanılan ve savmaktan türetilen savaş kelimesi başarılı bir isimlendirme gibi duruyor. Ancak harp yerine savaş bulunsa da muharebe kelimesi yerine bir şey bulunmamış ve ona da savaş denilince muharebe ile harp arasındaki ince ayrım da ortadan kalkmıştır. Bu iki kelime arasındaki fark biz yeni nesiller arasında pek bilinmez, ikisi de savaş olarak çevrilir. Ancak harp kelimesi daha kapsamlı bir anlam ihtiva eder. Örneğin Birinci Dünya Savaşı pek çok ayrı cephedeki ayrı savaşın birleşiminden oluşmuştur. Buna göre Çanakkale Muharebeleri, Galiçya Muharebeleri gibi muharebeler bu büyük harbin ayrı etaplarıdır adeta. Aynı Kütahya-Afyon Muharebeleri İstiklal Harbi’nin ayrı kısımları olduğu gibi. Bu İngilizcede de böyledir. Orada da battle muharebeyi, war ise harbi karşılar.

Bir başka örnek de tartışma kelimesinden. Bugün kullandığımız tartışma yerine eskiden münazara, münakaşa, mücadele ve hatırlayamadığım birkaç tane daha anlamı ifade ediyor. Bugün bunların yerine sadece bir kelime kullanıyoruz ve aradaki anlam farkları ortadan kalkıyor ve dilimizin ifade gücü azalıyor. İngilizcede tartışmak kelimesi yerine tam beş ayrı kelime kullanılıyor: debate, dispute, argue, discuss, struggle.

Böyle anlam kaybolmaları daha pek çok kavramda yaşanmış ve günümüz nesilleri neredeyse 500 kelimelik bir kelime dağarcığı dışına çıkamaz olmuşlardır. Bugünkü nesillerin çok büyük kısmı Atatürk’ün Nutuk adlı eserini orijinalinden okuyup anlayamaz durumdadır (Latin harflerine çevrilmiş halini kastediyorum). Onu bırakın 1950li ve 60lı yılların gazete arşivlerini açsanız 40 yılda bile dilimizin ne kadar değiştiğini anlarsınız. “tevdi edildi”,”vasıl oldu”, tefrikaya başladı” 50li yılların gazetelerinden aldığım ve o zaman çok sık kullanılan kelimelerin pek çoğu bugünkü lise öğrencisine çok uzak kelimeler olmuş durumda. Dilimiz sürekli değişiyor ve değiştiriliyor. Her dil tabii ki değişir ama bu değişimin sunî olmaması gerekir.

Hitler safkan Alman çıkmadı, ne olacak şimdi?

Komplo teorilerinden birinde Hitler'in Yahudi asıllı olduğu iddia ediliyordu.

Alman ırkını Yahudilerden arındırmak için korkunç katliamlara imza atan bir adamın Yahudi olduğu iddiası herhalde "komplo teorisi" nitelemesini hak ediyor ama Belçikalı bir gazeteci hiç de böyle düşünmemiş.

Tarihçi Marc Vermeeren'in de yardımıyla Hitler'in yakın akrabalarından elde ettiği DNA örnekleri üzerinde bir test yaptıran gazeteci Jean-Paul Mulders, bu komplo teorisini doğrulayacak bulgulara ulaşmış.

Buna göre Hitler'in DNA örneği Almanya'da ve Batı Avrupa'da nadir rastlanan bir formdur.

Bu form en fazla Fas Berberilerinde, Cezayir'de, Libya'da, Tunus'da ve Aşkenazi ve Sefarad Yahudilerinde bulunurmuş..

"Knack" dergisinde yer alan haberde DNA testinin güvenilir laboratuar ortamında gerçekleştirildiği belirtiliyor.

Dolayısıyla "üstün ırk" teorisine iman eden Hitler ne yazık ki safkan Alman çıkmamış sevgili okurlar.

Keşke bu araştırma Hitler'in sağlığında yapılabilseydi, milyonlarca insanın ölümüne neden olan yıkıcı savaşlara da yol verilmemiş olurdu.

Bu araştırmayı öğrendiğinde Hitler'in yüzünün alacağı rengi çok merak ederdim doğrusu.

(Abdullah Muradoğlu-Yeni Şafak-25 Ağustos 2010)