26 Ekim 2010

Okudukça: Nur Derslerine Giriş Birinci Söz


Yeni bir kitaba başladım. Seyit Nurfethi Erkal’dan Nur Derslerine Giriş. Risale-i Nurların temeli olan Sözler’in ilk bölümü yani Birinci Söz’ün açıklandığı bir kitap. Şahdamar Yayınları’ndan çıkmış. Risale-i Nurlar eşliğinde tefekkür yolculuğuma yeni bir durak bulmuş oldum. Anladığım kadarıyla Risale-i Nur derslerinde anlatılan ders notlarının derlenmesiyle oluşmuş.
Yazar önsöz kısmında Risalelerin “kâinat-dünya-insan” üçlüsüyle “Kur’an-Fatiha-Besmele” üçlüsü arasında mevcut olan misliyetlerden  “Besmele-İnsan” arasındaki ilişkiyi ele alan Birinci Söz ile başladığını söylüyor.


Kur’an-ı Kerim’e başta Fatiha kapısından girdiğimiz gibi, başta Fatiha olmak üzere bütün surelere de Besmele anahtarıyla girildiği malumdur. Her surenin başında Besmele’nin yer alması-Tevbe Suresi hariç-, yüz on dört odalı Kur’an sarayının tek bir anahtarı olduğunu bize göstermektedir. Küçüklüğüne nispeten kâinat içindeki benzersiz bir gezegen olan dünyayı, kısalığına rağmen diğer surelerin içindeki hususi konuma sahip Fatiha’ya benzetebileceğimiz gibi; diğer mahlûkatın manasının okunabilmesine ve yaratılış gayesinin anlaşılabilmesine vasıta olan insanı da, her bir surenin kıratına geçilmesinde kilit role sahip Besmele’ye benzetmemiz mümkündür. Zira kapı ve anahtar eve ait olduğu gibi Fatiha ve Besmele de Kur’an’ın içindedir ve keza, insan ve dünya da kâinat kitabının ayetlerindendir. İnsan anahtarı ile kâinatın sırları açılıp, anlaşıldığı gibi, “Besmele” ile de Kur’an’ın sırlı hazineleri açılmaktadır.

Türban Siyasi Simge Değildir!


Türbanın siyasi simge olduğuna katılmıyorum. Bugün manto ve üzerine türban giyilmesi moda olmuştur. Eskiden kadınlar başörtüsü takarlardı evet ama üzerine daha başka bir örtü alırlardı(şal,örtme,yaşmak..vs) Yani evdeki başörtüsünün üzerine dışarı çıkarken böyle bir örtü alırlardı. Şimdi kapalı giyinmeyi tercih eden bir bayan üzerine beline kadar kendini örten bir giysi alsa ona nasıl bakılır?Üniversiteye hiç alınmaz.

Türbanı siyasi simge olarak görenler aslında nefretlerini sergiliyorlar. İnançlı insanların önemli mevkilere gelmesini çekemiyorlar. Bugün Boğaziçi, İTÜ gibi üniversitelerde bulunan inançlı öğretim görevlilerinin üzerinde çok ağır bir baskı var. Hepsi de tedbir yapıyor, namazlarını gizli gizli kılmak durumundalar. Öğrenildiği takdirde akademik olarak ilerlemeleri imkansız. Kimse bunun böyle olmadığını inkar edemez. Bayanların bunu gizlemeleri ise tamamen imkansız. Necla Arat'ların profesör olduğu yerde nasıl olacak bu?

Peki eskiden türban sorunu yoktu diyenler neyi göz ardı ediyor? Şunu. Eskiden inançlı kesim kızlarını bu oranda okutmuyordu. Şimdi herkes okuyor ve iyi bir mesleğe kavuşmak istiyor. Ev hanımı olup çoluk çocuk bakmakla yetinmiyor. Bu iyi bir şey.

Ben türbanın modern bir tesettür olduğuna inanıyorum. Bunu siyasi simge olarak görenler bu insanların ne örtmesini öneriyorlar peki? "Bizim analarımız tarlada başörtüsü takardı", diyenler bir genç kızın başında beyaz bir "dane" ile toplum içine çıkmalarını bekleyemez. Çünkü o analarımız köy dışına çıkarken, şehre giderken, düğünde dernekte baş örtüsünün üstüne daha büyükçe bir örtü alırlardı.

Okudukça: Seyyid Kutup

Okuma serüvenimizin son durağı Fatmanur Altın’ın yazdığı Seyyid Kutup isimli kitap oldu. İlke Yayıncılığın Çağa İz bırakan Müslüman Önderler serisinden yayınlanan kitap, geçtiğimiz yüzyılda Mısır’da yaşamış ve Mısır Müslümanlığı’nın en önemli şahsiyetlerinden biri olan Seyyid Kutup’un hayat hikâyesini anlatıyor.
Kitabı okuma sebebim Mısır’da Müslüman Kardeşler Cemiyeti (İhvan-ı Müslimîn Hareketi)’nin en önemli isimlerinden biri olan bu şahsı tanımaktı. 20. yüzyılda değişik coğrafyalarda geniş insan topluluklarını etkilemiş olan Mevdûdi, Abduh, Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Muhammed İkbal, Ali Şeriati, Cemalettin Afgani gibi zatları hemen hemen hiç tanımıyordum. Zira radikal İslam yaftası yapıştırılmış bu kişiler medyamızda birer öcü gibi gösteriliyordu ve ben de bu önyargılarla büyüdüm. Hala mesafeliyim pek çoğuna. Bu kitap elime geçince okuyup bari Kutup hakkında bir fikir edineyim dedim. Zaten kitap 112 sayfalık ince bir çalışma.
Bediüzzaman ve eserlerinin hayatımı ışıklandırdığı günden itibaren dinî hareketlerin siyasetten uzak durması gerektiği şeklindeki hala korumakta olduğum görüş gereği, Seyyid Kutup ile onun gibi önderlerin oluşturduğu dini hareketlerin İslâm’ı anlatma adına siyasi faaliyetlerde bulunmaları sebebiyle bu tarz hareketlere karşı hep mesafeli kaldım. Ama “Kişi bilmediğine düşmandır.” düsturundan hareketle bu kişilere hep ön yargılı davrandığımı düşündüm. Bu kitabı okuma sebebim Seyyid Kutup’u tanıyıp bilmek ve ona göre görüşlerini paylaşıp paylaşmamaya karar vererek kendisini değerlendirmekti.
Kitabı okumak bana aynı zamanda 20. Yüzyıl Mısır tarihi hakkında da geniş fikirler verdi. Cemal Abdunnasır’ı tanımış oldum. Pek çok Arap ülkesindekine benzer bir süreç yaşayan Mısır’ın aslında bizim ülkemize de ne kadar benzediğine hayret ettim. 31. Sayfadan alıntıladığım aşağıdaki ifadeler çok tanıdık geldi:
“Meclis’teki hâkim görüş; fakir ailelerin çocuklarının eğitilmesinin toplum için büyük bir tehlike arz ettiği yönündeydi. Bu görüşe göre; ‘eğitilen fakir çocuklar sisteme başkaldırma eğilimi içerisinde olan işsizlerin oranını artıracak ve köylülerin kırsal kesimin dışına çıkma çabalarını yönlendirecekti.’ Seyyid Kutup böylesi bir görüşün devlet adamları tarafından dile getirilmesine bir türlü anlam verememişti ve devletine olan inancı bu olay neticesinde yara almıştı.”
Bizim ülkemizde de aynısı olmamış mıydı? Köy Enstitüleri projesi halkı kırsal kesimlerde tutmak ve böylece daha rahat kontrol etmek için değil miydi? Halk 50li yıllardan sonra kentlere göç etti ve o günden bu yana yönetimde söz sahibi olmayı başardı. Sistemin savunucusu ve koruyucusu (kimden koruduğu da malum)olan CHP’yi hiç iktidara getirmedi. Neyse biz kitaba dönelim. 40lı yılların ortasına kadar Batı merkezli bir düşünce sistemi geliştiren Kutup, dönemin siyasi atmosferinin de etkisiyle o tarihlerden itibaren İslami bir kimliğe bürünür yavaş yavaş. Bir noktadan sonra da yıllardır hayranlıkla baktığı Batı’nın gerçek yüzünü görecek ve bizdeki Necip Fazıl’ın dönüşümüne benzer bir dönüşle bambaşka bir insan olacaktır.
“Dönemin pek çok Mısırlı aydını için İsrail devleti, kendilerinin bir parçası olmak istedikleri Batı medeniyetinin, onlara karşı hiç de adil olmadığının ve olmayacağının kanıtıydı. Bu noktada Seyyid Kutup derin bir hayal kırıklığı ile karşı karşıya kaldı ve Batı medeniyetine yönelik hayranlık yerini kızgınlığa bıraktı.”(sayfa 30)
Bu sıralarda bir devlet okulunda öğretmenlik yapan Kutup artık yavaş yavaş sistemin gözüne de batmaya başlayacaktı. Çeşitli menfezlerde yazdığı yazılar hükümeti rahatsız edecek ve onu göz önünden uzaklaştırmak için bir vazifeyle 3 yılığına ABD’ye göndereceklerdi.
Amerika’da geçen yıllar Kutup’un Batı medeniyetinin iç yüzünü, dünyanın değişik yerlerindeki Müslümanların halini daha iyi kavramasını sağladı. Ona göre Amerika seküler, materyalist, bireyci ve kapitalist Batı medeniyetinin çağdaş yüzü ve zirve noktasıydı.(41) O Amerika’yı hala ırkçılık gibi bir duyguyu yoğun bir şekilde yaşayan, pek çok ahlaki değerin aşınıp yozlaştığı, yararcılık ve tüketim kültürünün hayatın tek geçerli akçesi sayıldığı ilkel bir topluluk olarak tanımlıyordu. Bunun tarihi arka planında Amerika’yı kuran Avrupa göçmenlerinin büyük kısmının kanun kaçakları, maceraperestler ve define avcıları olmasını görüyordu. Bugünkü Amerikalılar da dedeleri gibi ya maddeci birer maceraperest ya da şaşkın birer eşkıya veyahut her ikisini de taşıyan birer fertti.(40)
Amerika dönüşü Müslüman Kardeşler Hareketi’ne katıldı. Rejime muhalif olan bu hareket halkı bilinçlendirmeye çalışıyordu. Bu sebeple krala karşı yapılan darbeye destek verdi. Ancak darbeci yönetim ve özellikle sonradan devlet başkanı olacak olan Cemal Abdunnasır ile grubun arası açıldı ve hareketin temsilcileri hapse atıldı. Suçlama devlete karşı komplo kuran gizli bir örgüte üye olmaktı.
Hapisteki inanılmaz boyutlara varan işkencelerden Seyyid Kutup da nasiplendi. Ancak hapishane yılları İslam tarihi boyunca pek çok âlime nasip olan ve Risale-i Nurlar’da Hz. Yusuf’un hapisteki yıllarından ilhamla Medrese-yi Yusufiye diye tabir edilen bir şekilde ilmi faaliyetlerle geçti ve Kutup için düşünce dünyasının en olgun yılları oldu. Bu süreçte kendisinin en önemli çalışmaları olarak gösterilen Fi Zilali’l Kur’an ve Yoldaki İşaretler isimli eserlerini yazdı. Mahkûmiyet yılları 15 yıl sürdü ve bir kısmı gördüğü işkencelerden dolayı hastanelerde geçti.
Hapsinin 10. yılında tahliye edildi. Nasır’ın Seyyid Kutup’u dışarıda bir şekilde öldürtmek için cezasının dolmasına 5 yıl kala özel afla bıraktığı iddia edilse de kısa bir süre tekrar tutuklanacaktı:
“Kutup, serbest kalışından sekiz ay sonra kardeşi Muhammed, kız kardeşleri Hamide, Emine ve yirmi binin üzerinde Kardeşler mensubu ile birlikte tekrar tutuklandı. Suçlama bu kez silahlı bir ayaklanma ve terör hazırlığı içinde olmak şeklindeydi. (…)Bu konuda hükümet vehimleri o kadar ileriye gitmişti ki; Kardeşlere yöneltilen suçlamalar arasında ‘Onların Nil suları ile Kahire’yi su baskını altında tutmayı planladıkları’ şeklinde bir iddia bile yer aldı.” (67)
Bu bana 27 Mayıs darbesi öncesi, darbeye zemin oluşturmak adına medyada yer alan Demokrat Parti’nin üniversite gençlerini kıyma makinelerinden geçirip asfalt yolların altına gömmesi saçmalığını hatırlattı kitabı okurken. Olaylar her yerde aynı yani. Zalim oyunu kuralına göre oynuyor, yalan olduğu herkesçe bilinmesine rağmen bahane uyduruluyor ve zulüm gerçekleştiriliyor. 28 Şubat’taki Aczmendiler, kardeş katlini önlemek için yönetime el koymalar..halkına demokrasiyi getirmek için başka bir ülkeyi işgal etmeler…
Neyse, kitaba dönelim. Seyyid Kutup Cemal Abdunnasır yönetimi tarafından 1967 yılında idam edildi. Bundan sonra Kutup eserleriyle kalabalıkları etkilemeye devam edecekti. Bugün de başta Mısır olmak üzere hala popüler bir manevi önder olarak görülüyor.
Seyyid Kutup’un hayatını okurken Bediüzzaman Said Nursi ve onun yolunu takip eden Fethullah gülen Hocaefendi’nin eserlerinde pek çok paralellikler olduğunu gördüm. Bunlardan ilki Seyyid Kutup’un akide önceliği dediği kavram. Yani öncelikle gönüllerdeki iman ateşinin yanması. Üstad Hazretleri de ömrünün tamamına yakınında hep bundan bahsetti. İman ve Küfür Muvazeneleri olarak özetleyebileceğimiz Risalelerde hep ilk anlatılan ve her ayrı parçada da bir şekilde temas edilen iman bahsiydi. İnancın Gölgesinde yazarı da onu takip etti ve iman ve ibadet meselelerini hep dinin açık ara önde yüzdeleri olarak gördü. Diğer pek çok şey aslında teferruattı. Oysa onlar bunları söylerken son yüzyılın İslamcı-politik hareketlerinin fertleri siyasi meselelerle uğraşmaktan ibadetlerini terk ediyorlar, kendilerini Allah’ın yerine koyarak Allah’ın kullarını küfürde görüyorlardı. Bunu yaparken kendi yaptıkları nice seyyiatı görmek bir yana eylem ve söylemleriyle insanları birbirine düşürüyorlardı. Ancak dinsizlik dururken İslam fertlerinin birbiriyle uğraşması da niyeydi? Cahiliye Arapları bile düşman kabilelere karşı kendi içlerindeki husumetleri askıya alırken 20. Yüzyılın Müslümanları niye birbiriyle uğraşıyordu? Yaratılışın temel gayesi iman değil miydi? Hatta dinsiliğe karşı semavi dinlerin bile ittifak yapması zaruri olmamış mıydı?
Kutup’un hiç eserini okumadığımı söylemiştim ancak bu kitapta temel görüşlerinin tanıtıldığı kadarıyla akide önceliğinden başka daha pek çok benzerliğin olduğunu rahatça görebiliyoruz. Bu benzerlik bence bu zatların birbirlerinden etkilenmesinden daha ziyade aklın yolunun bir oluşundan kaynaklanıyor. Kitapta Kutup’un en çok Mevdûdi’den etkilendiği anlatılıyor. Fethullah Gülen’in de en çok Bediüzzaman’dan etkilendiğini biliyoruz. Her biri çok okuyan bu zatların birbirinden etkilenmiş olmaları da mümkündür ancak bunun olup olmadığını çok bilemiyoruz. Zira ne Bediüzzaman ne de Gülen’in kitaplarında kutup hakkında değerlendirme ya da ondan bir bahis göremedim. (Tabii benim zayıf idrakimi de göz önünde bulundurmak gerektiğini de unutmamak lazım.) Ancak Gülen’in Ölçü veya Yoldaki Işıklar isimli kitabının isimlendirmesinde Kutup’tan etkilenmiş olabileceği düşünülebilir.
Yukarıdaki aklın yolu birdir yorumum başka örneklerle de anlatılabilir. Seyyid Kutup’un çok kullandığı yine bir başka kavram daha var ki Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “Altın Nesil”, Nurettin Topçu’nun “Yarınki Türkiye’yi kuracak, yaşatma sevdasıyla yaşayan nesil”, Mehmet Akif’in “Asım’ın Nesli” , Bediüzzaman’ın “Ben kışta geldim. Sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz” , Necip Fazıl’ın “Bir Gençlik, bir Gençlik-O Erler ” gibi tabir ve ifadelerle tasvir ettikleri, anlattıkları, geleceğin fikir dünyasını sırtlayacağı beklenen ve ümit edilen genç nesillere yönelik ümit ve beklentilerini yansıtıyor.
“Kutup, öncü topluluk tabirini gelmesini sabırsızlıkla beklediği seçkin bir Müslüman topluluğa atfen kullanır. Kutup’un idealize ettiği bu topluluk, ‘İslami diriliş hareketini başlatmaya bütün benliğiyle karar vermiş ve bu yola baş koymuş, yeryüzünün tümünde bu zorbalığı bütün şiddeti ile uygulayan cahiliye egemenliğine son vermeye kararlı, yeryüzünü kuşatan bu cahiliyeden uzak durmaya çalışırken öte taraftan belirli bir şekilde onunla ilişkide olmayı savsaklamayacak bir topluluktur.”
Fatmanur Altun’un yazdığı Seyyid Kutup biyografisi hakkındaki değerlendirmelerim bu kadar. Oldukça faydalı ve verimli bir okuma olduğu kanaatindeyim.Tabii ki bu okuma ile Kutup'u yüzeysel olarak tanımış oldum. Necip Fazıl ve Ahmet Davutoğlu gibi zatların pekçok ağır eleştirilerde bulunduğunu da hatırlatalım.

Sinema: Pandoranın Kutusu


Pandoranın Kutusu ilginç bir film. Daha en başından itibaren aklıma şu soru geldi: Biz bu hale nasıl geldik? Bizim insanımız nasıl bu hale geldi?
Orta yaşlarda bunalımın sınırlarında dolaşan üç kardeş var filmin merkezinde. Birinin oğlu okuduğu özel üniversitede derslere girmediği gibi bir de evden kaçmış, uyuşturucuya başlamış, üstelik kocasıyla derin problemleri var; diğeri iş hayatında başarılı olsa da mutluluğa ulaşamamış, sevgilisinden ayrılmak üzere; sonuncusu da elektrik parasını bile ödemekten aciz, serseri ve yalnız bir hayat yaşıyor.
Bir gün memlekette yalnız yaşayan anneleri ortadan kayboluyor ve bu üç kardeş onu bulmak için bir araya geliyor. Ancak bu bir araya geliş filme adını veren Yunan mitolojisindeki ‘Pandora’nın kutusu gibi eski bohçaların açılmasına ve üç kardeşin birbirleri arasındaki ilişkileri tekrar hatırlamalarına yol açıyor. Anneyi bulduklarında yaşlı kadında Alzheimer başlangıcı tespit ediliyor ve kadın artık pek çok günlük ihtiyacını karşılayamaz hale geliyor. Dolayısıyla ona çocukların bakması gerek.
Filmi izlerken aile değerleri üzerine düşünmeden edemedim. Bu şekilde kaç aile var acaba memleketimizde? Bu nasıl bir yozlaşma böyle? Meğersem ben cennetvari bir fanusta yaşıyormuşum deyip Allah’a şükrettim. Tabi daha yaşım kaç, başım kaç..ne imtihanlar gelecek başımıza kim bilir?
Film boyunca güneş hiç açmıyor sanki. Hüzün ve kasvet; yağmur ve sis… Karadeniz’in yağmuru ve sisi… Yönetmen Karadenizli olunca film de Karadeniz’e yoğun iltifatlarla dolu. İstanbul’u da unutmamak gerek. İstanbul’u ve denizi sevdiriyor insana. Filmi izleyen bir yabancı kesinlikle etkilenir, merak eder İstanbul’u.
Tsella Chelton bu yaşta bu performansla filme damgasını vuruyor. Filmin en sorunlu kişiliği olan Murat ise nineyle çok ilginç bir bağ geliştiriyor ve izlerken insanı şaşırtıyor. Geliştirilebilecek çok fazla yönü olsa da son zamanlarda en beğendiğim Türk filmi oldu Pandoranın Kutusu.


22 Ekim 2010

Sinema: Les Choristes (Koro)


Koro 2004 yapımı bir Fransız filmi. İlk defa üniversitede bir eğitim dersinde görmüştüm. Şehir dışında faaliyet gösteren yatılı bir okula atanan bir müzik öğretmeninin yaşadıklarının anlatıldığı film; bir insanın çok şeyler değiştirebileceğine dair eğitim konulu filmlere yeni bir katkı olarak görülebilir. Freedom Writers(1999), To Sir With Love (1967) gibi çok etkilendiğim başarılı örneklerden sonra bu filmi de oldukça beğendim. Öğretmenlik hayatımın bu ilk günlerinde yeniden izlemeye karar verdim.

Bu tarz filmlerde genelde (en azından bu üç filmde) aşırı ‘kopuk’ diyebileceğimiz; öğretmene hemen hiçbir saygı duymayan, onları alaya alıp maskara yapan, zıvanadan çıkmış diyebileceğimiz öğrencilerden oluşan sınıf ortamları oluyor.

Koro’da da ilk dikkatimizi çeken böyle bir sınıf var. Filmin okulla alakalı daha ilk sahnesinde çocukların okul çalışanlarına uyguladıkları terörle karşılaşıyoruz. Filmin ana karakteri olan ve okula yeni atanan müzik öğretmeni Clement Mathieu okula girdiği andan itibaren şirazeden çıkmış çocuklarla karşılaşır. (Okul tek sınıftan oluşmaktadır.) Okulun müdürü ise son derece sert bir idarecidir ve bir an önce daha iyi bir vazifeye atanma amacındadır. 1949 yılıdır ve öğrenciler arasında pek çok yetim ve öksüz de vardır. Buna rağmen müdür etki-tepki dediği, öğrencilerin en ufak yaramazlığını çok sert bir şekilde cezalandırıldığı bir metot geliştirmiş ve okulu hapishaneye çevirmiştir.

Müzik öğretmenimiz ise çocukların yoğun heyecanını ve yeteneklerini kendilerini ifade edebilecekleri bir alana kanalize etmeye niyet eder ve idarenin karşı çıkmasına ve filmin sonunda olaylar kendisinin aleyhine gelişecek olmasına rağmen bunu başarır. Yaptığı iş bir koro kurmaktır. Kurduğu koro başarılı olur ve daha önce hiçbir hocayı sevmeyen öğrencileri kendisine bağlar. Bir ay kamu hizmetine(!) çarptırılan bir öğrencideki yeteneği keşfeder ve ileride büyük bir müzisyen doğmasına vesile olur.

Eğitim sistemimize uzun yılardır hâkim olan ve 2005’teki müfredat değişikliğinden sonra biraz zayıflasa da hâlâ gücünü koruyan ezberci eğitim sistemi her öğrenciye aynı tip eğitimi sunmakta ve her öğrenciyi birbirinin aynı kabul etmekte. Ama herkesin bildiği gibi her insan farklı bir âlem ve zekâsı da farklı şekilde çalışıyor. Gardner’in meşhur ‘Çoklu Zekâ’ Teorisi bizi oldukça şaşırttı. Bu teoriye göre müziksel, matematiksel, kinestetik, sosyal..vs pek çok zeka tipi var. Yani sayısal yetenekleri zayıf olan öğrenciler aslında geri zekâlı değil. Önemli olan her öğrenciyi kendi yetenekleri doğrultusunda yönlendirebilmek. Bunun için oldukça esnek bir eğitim sistemine ve eğitimci kadroya ihtiyaç var. Filmde öğretmen sınıfın en problemli öğrencilerinden birindeki yeteneği keşfedip ona büyük müzisyen olmanın kapılarını açıyor.

Filmin senaryosu yoğun idealizm duyguları içeriyor. Neredeyse imkânsız denebilecek bir ortama kendi boyasını çalıp orayı adeta fethediyor öğretmen. Aslında bir kişi olmanın bile bazen yetebileceği, bir kişinin pek çok şeyi değiştirebileceği anlatılıyor. Mesleğimin ilk yılında bu bana gerçekçi görünse de ileriki yıllarda heyecanımı kaybeder miyim diye şüpheye düşmeden de edemiyorum.

Filmde pek çok klişe de mevcut. Neredeyse her filmde olan bir cenaze sahnesi var mesela. Herkes siyahlar içinde ve Cem Yılmaz’ın alay ettiği siyah gözlükleri takmış. Ve yağmur yağıyor. Mezarın yanındaki az bir kalabalığın tamamı siyah şemsiyelerini açmış.

Koro eğlenceli ve etkileyici bir drama. Normal her öğretmenin hissedeceği gibi çocukların aslında ne kadar temiz, saf ve sevilmeyi hak ettiklerini bir kez daha öğretiyor insana. Oldukça da güzel müzikler içeriyor. Müzikler o kadar güzel ki filmin önüne bile geçiyor. Morhonge’un sesini unutamayacağım uzun bir süre.

17 Ekim 2010

Mesut'u Yuhalamak



Geçen hafta Almanya karşısında ağır bir yenilgi aldık. 3-0lık net bir skor bizi gerçekten çok üzdü. Her ne kadar Almanya şu anda dünya futbolunun İspanya'dan sonraki en iyi takımı olsa da neredeyse hiçbir varlık gösteremeyişimizdi bizi asıl yaralayan. Hele Volkan'ın böyle bir gol yemesi yok mu? Aslında bilinçaltımızda 1-0, 2-1 gibi skorlara çoktan razıydık. Acaba sürpriz bir beraberlik olabilir mi falan diyorduk maçtan önce. Ama maç öyle bir havadaydı ki, sanki Almanlar kendilerini fazla yormak istemediler ya da bize acıdılar. Çünkü maç 5-6 gibi bir farka rahatlıkla gidebilirdi.
Maçta bizim açımızdan en önemli husus Mesut meselesiydi. Mesut Özil bir Türk çocuğuydu. Zonguldaklı bir ailenin çocuğu olarak Almanya'da dünyaya gelmiş, burada futbola başlamış; Schalke, Werder Bremen derken 21 yaşında soluğu Real Madrid'de almıştı. Ama Türk Milli Takımını seçmedi. Almanya'yı seçti. Çünkü kendini bir Alman gibi hissediyordu.
Bu noktadan sonra kendisine tamamen saygı duymak gerekiyor. Türk futbolunun yetiştirdiği en önemli futbolculardan biri diye tanımlayamayacağız onu. Öte yandan, muhtemelen, gelmiş geçmiş en iyi Türk futbolculardan biri olacak. Böyle düşünüyorum; çünkü onun oyununu ne zaman izlesem direk Zidane'ı hatırlıyorum. Mourinho'nun ellerinde ve Almanya milli takımında inşallah çok daha yükselecek, kendini geliştirecek. Biz de onunla gurur duyacağız.
Ben meseleye bu şekilde bakıyorum. O kendini o şekilde hissediyorsa buna saygı duymak lazım. Maçta onu yuhalamak son derece çirkin bir davranıştı. O, kökenlerine saygı duyarak attığı golden sonra sevinmedi. Onu yuhalamak Şahin Alpay'ın dediği gibi bir mahalle baskısı örneğiydi. Millet olarak insanların görüşlerine saygı duyma hususundaki geriliğimize bir örnekti. Dünya Basketbol Şampiyonası Final'inde Başbakanı yuhalayanlar gibi Almanya maçında Mesut'u yuhalayanlar da ülkemizi rezil etmekten öte birşey yapmadılar. Hamaset yapan, kendi görüşlerini dünyanın tek geçerli ve doğru fikri olduğunu zannedenlerin bu kadar çok oluşu demokratikleşme çabalarımızın niye yavaş ilerlediğine de işaret ediyor bir açıdan.
Meselenin başka boyutları da var. Mesut Almanya'yı niye bize tercih etti? Kendini Alman gibi hissetmesinin yanında Alman futbolu ile Türk futbolu arasındaki farklar da bu tercihe etki etmiş olmalı bana göre. O seçimini daha genç milli takımlarda iken yapmıştı. İyi bir futbolcu olacağını biliyordu ve Alman sistemiyle kariyerini daha iyi ilerletebileceğini biliyordu. Türkiye'yi seçseydi, AB vatandaşlığı hakkı sona erecek transfer olduğu takımda sıkıntı yaşayacaktı.
Öte yandan tartışılabilir bir fikir olsa da inandığım bir husus var: Mesut bizi seçseydi, bugünkü konumuna gelebilir miydi? Büyük ihtimalle hayır. Genç oyuncunun etrafında medyamız çeşitli skandallar patlatacak, onu saha dışı faktörlerle ezecekti bir şekilde. Ama daha onun öncesinde Mesut'un 16 yaşında hem Galatasaray hem de Beşiktaş tarafından cılız olduğu ya da futbolcuya benzer bir tipi olmadığı için reddedildiğini biliyoruz.(Schevchenko'nun, Hasselbaink'in, İbrahimoviç'in de gençken takımlarımızdan geri çevrildiğini de biliyoruz. Aslında insan 'Türkiye doğumlu nice Mesutları harcadık acaba genç takımlardayken?' diye düşünmeden de edmiyor.)Adam harcamakta çok mahir olduğumuz futbolda Nuri Şahin şayet Almanya'yı tercih etseydi belki o da büyük bir yıldız olacaktı. Arda Turan Alman kökenli olsaydı muhtemelen şimdi o da büyük bir kulüpte olacaktı. Ama durumu ortada.
Biz halk olarak ve medya olarak abartmayı çok seviyoruz. Herşeyi ya göğe çıkarıyoruz ya da yerin dibine sokuyoruz.  Özellikle futbolda inanılmaz bir baskı var futbolcular üzerinde. Bu kadar ilgi ve baskıyı kaldıramıyor genç futbolcular.
Altyapı sistemimizde büyük sıkıntı var. Altyapıdan üst yapıya geçişte büyük sıkıntı var. Mesela Galatasaray'da Arda ve Aydın'ın kuşağından on kadar yıldız adayı vardı ama o jenerasyonun hepsi kayboldu gitti. Sadece Arda kaldı piyasada.
Futbolcularımız hak etmedikleri paraları Türkiye'de bol bol kazandıkları için Avrupa'yı kendilerine hedef olarak görmüyorlar. Volkan, Gökhan Gönül, Arda Turan, Sabri hatta Semih gibi oyuncular çoktan Avrupa'ya gitmeli ve kendilerini geliştirmeliydiler ve aynı zamanda arkadan gelen gençlere yer açmalıydılar.
Almanya'daki Türk gençler Bundesliga'da Süperlig'e oranla daha fazla şans buluyorlar. Her hafta bir ikisi gol atıyor. Mesut'u ilk kez 2007'de bir Schalke maçında görmüştüm, Hamit çıkıp o giriyordu 17 yaşında. Nuri Dortmund'da 3 yıldır ilk 11'de ve henüz 21 yaşında. Tunay Torun, Mehmet Ekici,..Bizim ligde bu şekilde kaç oyuncu var acaba?
Rapid Wien maçında Beşiktaş sahaya 3 Türkle çıkarken rakip de 3 Türkle çıkıyordu. Mesut'u eleştiren  Almanya'daki kardeşlerimiz daha çok Mesutlar görecekler. Hem de sadece futbolda değil, her türlü alanda; sporda, sanatta, siyasette vs her yerde. Kökenlerine sahip çıkıp saygı duydukları sürece de biz onlarla gurur duyacağız. Mesut gibi memleketini ziyaret eden, oralara yardımlarda bulunan, Alman Milli Takımına cami gezdiren, sevdiği kızı Müslüman yapan bir kardeşimizi yuhalamayacağız.
Günün birinde Türkiye'yi seven Türk kökenli bir Alman, niye Almanya başbakanı olmasın? Hayal diyebilirsiniz ama ütopya asla. Goethe'nin de uzak geçmişinde Türk atalarının olduğu ortaya çıkmamış mıydı?

14 Ekim 2010

Risale-i Nur Müellifi ve Şefkat

Metin Karabaşoğlu’nun Peygamberin Kardeşleri isimli kitabından bir alıntı daha yapıyoruz:

“Zaman içinde beni Kuran’ı okumaya ve Kuranla düşünmeye yönelten risale müellifinin, hayat ve ölüme dair yaklaşımı, onu ilk tanıdığım zamandan itibaren çarpıcı gelmişti bana. En başta, eski hayatından anladığım kadarıyla aslen celâlli bir insan olduğu halde bir şefkat kahramanına dönüşebilmesi… Üstelik yalnız aynı dinden insanlara değil, her insana; dahası, yalnız insanlara değil, bütün mahlûkata yönelen bir şefkat. Baharda uçuşan kelebeklerin ölümünden, papatyaların solup gitmesinden müteessir olan, solup giden otlar için gözyaşı dökebilen bir şefkat.”

Yazarı etkileyen, Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin şefkat duygusu beni de çok etkiler. Zira ben de bir çiçeği ya da yaprağı koparan bir insanın o çiçeğin ya da yaprağın yaptığı Rabbini zikretme ibadetini kestiğini ilk Risalelerde okudum ve de çok etkilendim. Köyde yetişen bir insan olarak çayırla çimenle çok hemhal olmuşumdur. Çimenlerin üzerinde oturup muhabbet ederken her insan gibi ben de bir otu koparıp elimde oynamışımdır zaman zaman. Her canlının Allah’ı zikrettiğini öğrendikten sonra değil sineğe, böceğe; otlara karşı bile daha hassas davranmaya başlamıştım. Elbette benim bu halim Üstadla tanıştıktan sonra cezaevinde tahtakurularını bile öldüremez hale gelen azılı katillerin yaşadığı değişimin hafif bir versiyonuydu.

Üstad bu şefkat duygusunda elbette Müslüman olmadan evvel birer azılı katil olan bazı Sahabelerin Müslüman olduktan sonra böcekleri ezmemek için ayaklarına zil takar hale gelmelerine vesile olan Efendimizin arkasından gidiyordu. O da Efendisi gibi bir şefkat kahramanıydı. Şefkatin aşktan çok daha keskin olduğunu, dolayısıyla şefkat kahramanları dediği annelere karşı gerçek manada sevgi duymayı da ilk o öğretti bana.

Türkiye ve İslam Dünyasının Problemlerini Çözüm Adresi

“Hz. Bediüzzaman (ra), sosyalizmle ilgili olarak şu tespitte bulunur: "Bizde halkı harekete geçiren, kaynaktaki kutsiyettir. Kudsî bir kaynağa dayanmayan, Din'le teması olmayan hiçbir akım Türkiye'de başarılı olamaz." Sosyalistlerin de, Kemalistlerin de, liberallerin de göremediği bu gerçek, İslâm dünyası sathında Din'e dayanmayan bütün akımlar için geçerlidir. Bu tespit, Türkiye'nin ve İslâm dünyasının problemlerinin çözüm adresini de göstermektedir.”
                                 [27 Eylül 2010, Zaman Gazetesi, Ali Ünal]

Hz. Peygamberin Cadde-i Nûranisi

“Hz. Peygamber ancak çok az kişinin geçebileceği dar bir geçit hazırlamış değildi; o, ardına düşenleri bir patikadan geçiren bir kılavuz da değildi. O, ardına düşen her istidadın münasip bir şerit bulabileceği geniş bir cadde hazırlayan bir ‘rahmeten li’l âlemin’ (asm) idi.”

Peygamber Bize Gelse/Peygamberin Kardeşleri, s. 56.

Okudukça: Peygamberin Kardeşleri

“Namazda niye Subhane-hu değil de Subhane-ke okuyoruz?” şeklinde minik bir başlıkla ayrılabilecek bir bölüm var kitapta. Çok hoş tespitler, okurken çok etkilendim. Peygamberin Kardeşleri kitabını okuma nedenlerimden biri de buydu. Manevi hayatımı geliştirmeye yönelik tefekkür ve bu tefekkürle ortaya çıkan ince detaylar.

Subhane-hu değil de Subhane-ke deyişimiz Rabbimize karşı doğrudan bir muhatabiyetin ifadesiydi sözgelimi. Subhanehu yani O’nu tespih ve tenzih ederiz demiyorduk namazda; Subhaneke yani Seni tespih ve tenzih ederiz diyorduk. Çünkü namaz dışında bir biz vardık, bir kainat, bir de bizi ve kainatı yaratan Zât-ı Zülcelâl. Biz O’nun kâinata halife olarak yarattığı en şerefli mahluk olarak, kâinata O’nun adına bakma durumundaydık sair vakitlerde; Subhanehu bunun içindi. Ama namaz, halifenin, üzerine halife olduğu tebaadan tahsil edeceğini edip, bunu Sultanına teslim etme vaktiydi. Gâibâne ubudiyetten hâzırâne ubudiyete geçiş vaktiydi. Artık kâinat önümüzde değil, ondan o vakte kadar toplayabildiğimiz tesbihat ve tahmidat ile arkamızdaydı. Doğrudan doğruya Rabbimizle yüz yüzeydik, dosdoğru O’nun huzurundaydık namazda. O yüzden, hâlâ, daha O diyemezdik. Sen dememiz gerekiyordu artık.”

Yüksek Fikir Alçalışları/Peygamberin Kardeşleri, s. 56.

5 Ekim 2010

Prof. Dr. Kemal Karpat’ın Roman Hakkında Değerlendirmeleri


Ünlü tarihçi Profesör Kemal Karpat Hoca bir süre önce “Edebiyat ve Toplum” isimli bir kitap yazmıştı. Bu kitapta ülkemizin yakın tarihine bakışını, ülkemizin edebiyat tarihi üzerinden anlatıyor. Bu kitapta roman sanatı hakkındaki düşüncelerini uzun uzun açıklıyor. Ben kitabı okumadım. Ancak kitaba Selim İleri ve Fatma Karabıyık Barbarosoğlu başta olmak üzere pek çok edebiyatçının eleştirilerine cevap niteliğinde 25 ve 26 Eylül’de Zaman Gazetesi’nde bir cevap yazdı Sayın Karpat. Bu cevapta yazarın Türk romanı hakkındaki oldukça değerli görüşleri yer aldı:
*
“Memleket keşfetmek demek bir yerde taşra insanını tanımak, onu olduğu gibi göstermek demektir. Kanımca Anadolu insanının gerçekçi portrelerini çizmek gayretini gösterenlerin arasında Memduh Şevket Esendal'ın (1883-1952) önemli yeri vardır. CHP'nin en yüksek mevkiine çıkmış, sefirlik yapmış Esendal, toplumu ve değişen insanı ele almak yolunu aramıştır. Fransız ve Rus yazarlarından etkilenerek Miras, Ayaşlı ve Kiracıları (1934) ve bilhassa küçük hikâyelerinde hem eski, hem çağdaş insanların yaşayışlarını gerçekçi bir dille anlatmıştır. Ama Esendal bugün hemen hemen unutulmuş gibidir. Kanımca o, Türk romanına götürecek önemli adımları atmıştır, çünkü küçük çapta da olsa Esendal bir toplumun temel kültürünü, karakterini, temel sorunlarını, çağdaş beklentilerini günlük hayatını esas tutarak belirtmiştir.”
*
“Romanın ana karakteri sahifelerinin veya kahramanlarının sayısı değil, önemli olan belirli bir toplumun aynası olması ve ruhunu ifade etmesidir. Roman yazarının hem geniş bilgi sahibi olması, hem de toplumunun bütününe hâkim olan kültürü, ruhu paylaşması beklenir. Bir toplum çeşitli kesimlerden oluşabilir -hatta birbirine karşı olan bölümlere sahip olabilir ama sınıf, çıkar, etnik farkların doğurduğu ayrılıklara rağmen, toplumları bir arada tutan ve dayanışma yaratan bir iç kimlik, tarihten, dinden, kültürden kaynaklanan ortak bir ruh-maneviyat vardır. Böyle bir roman yazmak için Fethi Naci'nin belirttiği gibi yazarın köklü sosyal, ekonomik vs. araştırmalar yapıp değişik bilgilere sahip olması gerek.”
*
“Ben 1950-60'lara kadar roman adı altında yayınlanan binlerce eserde toplumu bütünü ile yani gerçek maddi ve manevi yönleriyle görmediğim için bunlara tam roman diyemiyorum. Şeklen Batı'yı model almak yeterli değildir. Form (şekil) ve fontun (esas, içerik) beraber olması gerek. Belki Esendal, Hisar ve Kısakürek tek bir vücut olarak birleşebilselerdi benim beklediğim tarzda bir roman yazabilirlerdi. Ama hepsinde büyük sanat kabiliyetleri vardı ve birer değerdirler. Roman ilhamdan, duygudan ziyade, bilgiye ve bilhassa çalışmaya dayanır. ABD'nin ileri gelen yazarlarından Jonathan Franzen, Freedom (Hürriyet) 2010 romanını dokuz senede yazmıştır.”
*
“Ben Türk romanının Türk insanının ve toplumunun kendi özelliklerini kalıcı bir şekilde anlatmasını istiyorum. Bu romanın herhangi bir tarihte hem insanımız hem de başka ülke insanları tarafından zevkle okunmasını istiyorum. Bir örnek vereyim. Amerikan romanının Mark Twain'in Huckleberry Finn'in Maceraları ile (1872) başladığını ileri sürenler çoktur. Onun bu eseri ve diğer kitapları birçok ülkede okunmaktadır. Twain, Amerika'nın Mississippi Nehri civarında yaşayan insanların, Amerikan insanının, renkli hayatını gerçekçi bir şekilde anlatarak hem Amerikan hem de dünyanın her yerinde yaşayan insanların hayatını anlatmıştır ve bu Amerikan insanını bütün dünya ile paylaşmıştır. Twain'in New York'ta yaşadığı ev müze olacağına 1954'te yıkıldığı zaman bu olayı en sert tenkit eden Moskova'nın Pravda gazetesi olmuştur çünkü Rusya insan olarak Twain'i kendisinden sayar. Türk romancısını, Türk insanını bütün boyutlarıyla anlatarak hem Türklere hem başka ülke insanlarına sevdirmesini beklemek fazla bir şey değildir. Tolstoy, Çehov, Balzac, Schiller, Tagore ve daha birçok yazarın yapıtları halen zevkle okunmaktadır çünkü onlar kendi ülke insanlarının toplumlarının, kültürlerinin kalıcı taraflarını dünyaya mal etmeyi başarmışlardır. Türk romanı için aynı şeyi acaba söyleyebilir miyiz? Evet, kalıcı romanın yazılması için yarınından emin, dili, kültürü bütünleşmiş, kendi "milli" karakterini açık belirlemiş, hürriyet içinde yaşayan, oturmuş bir topluma ihtiyaç vardır.”

Okudukça: Peygamberin Kardeşleri

“Peygamberin Kardeşleri” Abdullah Aymaz’dan sonra aradığım ve uğradığım Kur’an ayetleri ve Risalelerden yola çıkarak günlük hadiseler etrafında tefekkür yolculuğuna çıkılabilecek bir kitap. Yazarı Metin Karabaşoğlu. Kitap elime geçer geçmez okumaya karar verdim zira yıllar önce Risale Okumaları isimli bir başka eserini okumuştum ve bu aradığım çizgide bir kitaptı o da. Dolayısıyla aradığım tarzda bir kitabı bulduğumu hemen anladım.

Kitap yazarın günlük hayatta yaptığı gözlemlerden yola çıkarak yaptığı tefekkür yolculuklarını içeren denemelerden oluşuyor. Kitaba ismini veren ilk deneme Peygamber Efendimizin ‘ahir zamanda gelecek kardeşlerim’ diye hitap ettiği günümüz gençleri etrafında yaptığı tefekkür ve gençleri anlama adına yaptığı empati çalışmalarından oluşuyor. Yaptığı tespitler oldukça güzel. Metin Karabaşoğlu cd ve kitap satan dükkanları dolaşıyor ve ‘gençlerin aradığı’nın ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Zengin olmak, cinsellik, itibarlı olmak, kendini boşlukta hissetmemek vs.. gibi kavramlar arasında dolaşırken bir anda Kuran’daki kıssalardan gençlere yönelik pek çok örneği ardı ardına sıralayıveriyor ve ben bunu daha önce nasıl düşünmemiştim dedirtiyor size.


Melekût Savaşları isimli ikinci denemesinde dünyada her şeyin bir madde, mülk boyutu olduğu gibi bir de melekût boyutu olduğundan bahsediyor. Sonrasında da şeytanın kendine asli vazife olarak mülk boyutundan ziyade melekût boyutunu ele aldığını ve maddiyatçı bir yaşam tarzının baskısından boğulacak hale gelmiş ve kendini maneviyata aç hisseden insanlara sahte melekûtlar sunarak onları yoldan çıkardığını savunuyor. Reenkarnasyondan başlayarak bütün doğu mistisizmi ve yeni dinlerin ortaya çıkışı, Satanizm, Bahailik, Yoga, New Age, gibi akımların buradan çıktığını çok güzel analizlerle aktarıyor.

Yüksek Fikir Alçalışları isimli üçüncü denemede ise Allah’ın Cemal ve Celal isimlerinden yola çıkarak risalelerde geçen Kebir-i Kemal isminin ne demek olduğu üzerine bir tefekkür yolculuğuna giriyor. Kemal isminden namaza geçiyor ve namazdaki Allahuekber sayısının niye çok olduğuna yönelik bir analize giriyor. Yazıları okurken şunu kavrıyorsunuz; Karabaşoğlu bu yazıları birkaç günde yazmamış. Bir düşünce yolculuğunun sonucu bu fikirlere ulaşmış ve bu yolculuğu az çok görebiliyorsunuz. Bu benim çok hoşuma gitti açıkçası.

1 Ekim 2010

Yok Artık...

Aksiyon Dergisi'nin bu haftaki sayısında "Çok Başlı PKK" isimli bir dosya var. Burada "Örgütte Kim Kimdir" isimli bir bölümde örgütün yönetici kadroları hakkında isim isim bilgiler yer alıyor. İlk başta Abdullah Öcalan anlatılıyor ve yazının sonuna doğru karşıma çıkan iki kelimelik cümleyle şok oluyorum. "Kürtçe bilmiyor." Evet, Abdullah Öcalan Kürtçe bilmiyormuş!

Daha önce burada Hitler'in de Yahudi kökenli olduğu hakkında bir alıntı yapmıştık. Yıllardır komplo olarak görülen bir söylenti gerçek çıkmıştı DNA testiyle.

Ben yine de inanmıyorum Öcalan'ın Kürtçe bilmediğine. Bilmiyorsa bile bunca yılda öğrenmiş olması gerekir.

Hayat ne kadar ilginç sürprizlerle dolu değil mi?