18 Temmuz 2011

Hayat Felsefemiz Ne Omalı



Biz, bir-iki asırdan beri millet olarak onca yenilik teşebbüslerimizin yanında, kendi millî kültürümüze dayanarak kendi ahlâk sistemimizi kuramamış; kendi metafizik mülâhazalarımızı geliştirip sistemleştirememiş; Allah, kainat ve insan gerçekleri açısından kendi iç dünyamızı aksettirecek bir sanat telâkkisi ortaya koyamamış ve mânâ köklerimize göre bir talim ve terbiye sistemi geliştirememiş bir milletiz.

Dünyada hemen her ahlâkî sistemin özünü, sağlam bir inanç, hazmedilmiş hürriyet duygusu ve yaygınlaştırılmış bir mes’uliyet şuuru teşkil eder ki, bunların hemen hepsi de metafizikle alâkalı konulardır. Küfür ve ilhadın hakim olduğu, insanların hürriyet duygularının öldürüldüğü, gönüllerden sorumluluk hissinin sökülüp atıldığı bir toplumda metafizikten bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir ortamda ahlâktan söz etmek ise bütün bütün imkânsızdır. Kendi metafizik düşünce sistemini kuramamış toplumlar, böyle bir metafizik mülâhazaya göre kendi iç kimliklerini belirleyememiş fertler, zamanla ruhlarını, inançlarını yitirecekleri gibi, uzun zaman kendi soy kütüklerini korumaları da mümkün olmayacaktır.

Oysaki biz, millet olarak tarih boyu bizi besleyen o bereketlilerden bereketli kendi hayat kaynaklarımızı kendi ellerimizle kuruttuk.. kuruttuk ve bütün bütün ithalâta yöneldik. Öyle ki, dünyanın dört bir yanından getirip dayatmalarla herkese kabul ettirmeye çalıştığımız o tuhaf milliyet telâkkisi, o acayip hayat felsefesi ve ruhumuzu yaralayan o garip sanat anlayışıyla topyekün milletin hafızasını karıştırdık, birkaç bin seneden beri par par yanan kendi meş’alelerimizi söndürerek yarasalar gibi âdeta karanlığa teslim olduk.

Şimdi bizim, şuna-buna değil, şu felsefe bu felsefeye de değil, bize kaybettiğimiz kendi ruhumuzu kazandıracak; bizi belirsizliğin anaforlarından kurtarıp kendi ahlâk, kendi anlayış ve kendi törelerimiz çerçevesinde yeni bir hakikat aşkına, ilim telakkisine ve düşünce derinliğine ulaştıracak sihirli bir reçeteye ihtiyacımız var. Bu reçete, yüzlerce senelik millî hayatımızdan süzülüp gelen kendi metafizik mülâhazalarımız, kendi ukbâ buudlu hayat felsefemiz ve Allah-kâinat-insan gerçeğiyle alâkalı nübüvvet eksenli kendi sesimiz, kendi soluklarımızdır. Öyle zannediyorum ki, yitirdiğimiz değerleri elde edeceğimiz güne kadar da kendi üslûbumuzu bulabilmemiz, kendi konumumuzu belirleyebilmemiz ve düşünce kaymalarından kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

[Işığın Göründüğü Ufuk-Sızıntı, Temmuz 1998]

Tarih Boyunca Metafizik Düşünce



Bugüne kadar hemen her büyük düşünce akımının temelinde metafizik ve ruh ufkunun müessiriyeti mutlaka söz konusudur. Bütün eski dünya Samilerden İbranilere; Aramilerden Turanilere; Tevrat’tan Vedalara, Upaşinatlardan Avestalara ve Gatarlara ve yeni dünya Zebur’dan İncil’e, Kur’ân’dan Sünnet’e metafizik bir çağlayan içinde ve ruh ufkunun vesayetinde gelişmiş ve şekillenmiştir. Kant’tan Hegel’e, Leibniz’ten Jean’a metafizik kahramanlarını inkâr etmek bugünkü Batı’nın özünü bilmemek demektir.

Modern ilim düşüncesini, ruhla, mânâ ile savaştıranlar, eşyanın perde önünden de perde arkasından da hiçbir şey anlamayan, fizik-metafizik sınırlarını kavrayamamış ve tefekkür yetenekleri bulunmayan muhakemesiz mukallitlerdir. Halbuki, bilimin de, ilmin de beslendiği temel kaynak metafizik düşünce ve ruh ufkudur. Tarih boyu bütün ilmî hamleler bu kaynaktan beslene beslene gelişmiş; ilim düşüncesi onun büyülü, engin ve sonsuzluk televvünleri ve gönüllerimize akan ilhamları sayesinde bugünlere gelip ulaşmıştır.

[Işığın Göründüğü Ufuk-Sızıntı, Kasım 1996]


Tek Fazilet Kaynağı Batı Mıdır?

Çin, o hârika surlarını inşâ ve o ileri ahlâkî ve içtimâî prensiplerini hazırlayıp insanlığa takdîm ettiği dönemde, Avrupalı insan, henüz mağaralarda yaşıyordu. Nebîler sayesinde, şarkın dört bir yanı Cennet bahçelerinin ihtişâmına ulaştığı hengamda, Londra şehrinin üzerine kurulduğu yerler, ayıların, kurtların, içinde serbestçe dolaşabildiği ormanlardan ibaretti. Ninovada, Bâbil’de, Karnak’ta beşerî hârikalar devri sürerken, Sorbonlar, Oksfordlar, Cambridgeler henüz rüyâlara bile girememişlerdi. Batılı “Ortaçağ” deyip karaladığı bir zaman dilimini -ki gerçekten de onun için öyleydi- koskoyu bir cehâlet, bir vahşet içinde idrak ederken, İslâm dünyâsı, Endülüsleri, Bağdatları ve Buharalarıyla, ileride Avrupalıya da ilhâm kaynağı olabilecek rönesansını yaşıyordu...

[Zamanın Altın İklimi-Sızıntı,Şubat 1990]
Fethullah Gülen, tarih, doğu-batı

Okudukça: Comfort to the Enemy



Çağdaş Amerikan edebiyatında suç türü üzerine yazdığı romanlarla önemli bir yere sahip olan Elmore Leonard’ın Comfort to the Enemy isimli kitabı uzun bir ara verdiğimiz Okudukça bölümümüzün son misafiri oldu. Aslında Şubat ayından itibaren irili ufaklı pek çok kitap okudum. Ama artık yazmaya pek vakit bulamıyorum. Yine de ara ara bu şekilde devam edeceğim.
Kitaba dönelim. İngiltere merkezli Orion Books tarafından basılan bu roman ya da uzun hikâye Carl Webster isimli bir kanun adamının 1940lı yıllarda suçla mücadelesini anlatıyor. Kitabın ilk bölümlerinde kahramanın gençliği ve nasıl polis olmaya karar verdiği anlatılıyor. Ancak ana tema 2. Dünya Savaşı sırasında esir alınan Alman askerleri ve bunlardan birine, Jurgen’e , aşık olan Shemane ile esir kampından kaçan Jurgen’i yakalamaya çalışan Carl arasında geçiyor.
Konu 2.Dünya Savaşı olunca elbette artık gına getirdiğimiz Yahudi meselesi var. Tarihte kaydedilen en büyük insanlık dışı olaylardan birisi olan Yahudi soykırımına insan olarak elbette üzülüyoruz ancak her platformda bir şekilde dile getirilen bu mazlumiyeti şimdi o mazlumların torunları başkalarına yapıyorlar. Ve bunu Batıda kimse ağzına alamıyor zira hemen antisemitizmle suçlanıyorlar. Bu şekilde işini kaybeden birçok gazeteci var. Bu yüzden bıktırıyor, zira benim gözümde Hitler, Firavun ve Buhtunnasar arasında hiçbir fark yok.
Kitabı okurken hep sanki bir film senaryosu okuduğumu düşündüm. Sağlam bir yönetmenin elinde çok güzel bir filme dönüşebilir bu kitap. Zaten pek çok kitabı film yapılmış. Russell Crowe ve Christian Bale gibi isimlerin oynadığı 3:10 to Yuma bunlardan biri.
Hikâye yazarın hayatından çok şey taşıyor. Mesela kahramanımız Carl da aynı Leonard gibi 2. Dünya Savaşı sırasında donanmada görev yapıyor. Savaştan önce kitaptaki Jurgen gibi Detroit’te, daha sonra da hikâyenin geçtiği Oklohoma civarında yaşamış Elmore Leonard.
Zevkle okunabilecek bir polisiye yazarı keşfettiğimi düşünüyorum

22 Şubat 2011

ARA

Uzunluğu bilinmez bir ara. Belki kısa, belki de uzun olacak. Ama bu 'arada' başka bir hayata yelken açmış olacağım.

15 Şubat 2011

Okudukça: İkiilebir


Reha Çamuroğlu’nun İkiilebir adlı romanı tasavvuf ve inanç üzerine bir kitap. Aynı zamanda Ak Parti milletvekili olan yazar Alevi kimliği ile de tanınıyor. Ben de yabancı olduğum Alevilik hakkında biraz bilgim olsun, bir de karşı tarafın penceresinden bakayım diye daha önce yazarın İsmail’ini okumuştum. Üslubu hoşuma gitti ve Türkiye Yazarlar Birliği 2001 en iyi roman ödülüne sahip İkiilebir’i rafta görünce almadan edemedim. Lakin kitap hayatımda önemli değişimlerin yaşandığı zor bir döneme denk geldi ve 151 sayfalık kitabı iki ayda ancak bitirebildim.

Romanın enteresan bir kurgusu var. Nevzat Köroğlu isimli Marksist ideolojiye sahip bir yazarın yaşadığı inanç krizi ile inanmayı ve tasavvufu araştırıp sorguladığı bir bölümle başlıyor kitap. Derken yüzyıllar öncesine ruhani bir yolculuk yapıp Moğollar arasında irşad faaliyetleri yürüten bir Alevî şeyhi olan Barak Baba ile ruhsal bir dostluk kuran Nevzat Köroğlu’nun gözlemleri üzerinden tasavvufi bir anlatım yer alıyor. Bu bölümlerde Allah’ın sıfatları ve insanın onu ne kadar taşıyabildiği, yansıtabildiği tartışılıyor. Tartışmayı yapan kişiler Barak Baba ve onu koruyan Moğol birliğinin komutanı Börü. Börü’nün şahsiyetinde Moğolların İslamiyet’e nasıl ısındığı, yüzyıllar boyunca niye büyük katliamlar yaptıkları ilginç metaforlarla anlatılıyor. Nevzat onları yıllar boyu takip ediyor ve en sonunda onunla konuşmayı başarıyor. Kendi yaşadığı inanç krizi hakkında da Barak Baba ile çeşitli mütaalalarda bulunuyor.

Moğolların istilalarına değişik bir açıdan bakmayı sağlıyor kitapta Çamuroğlu. Doğruluğu tartışılır ama Börü’nün ağzından ilginç Moğol gelenekleriyle tanışıyoruz. Mesela bir grup genç bir şekilde sahibine yakalanmadan birinin atlarını çalabilirse artık o atlar onun kabul edilirmiş. Daha sonra sahibinin yanında caka satmak ayrı bir yiğitlik olarak görülürmüş. Hatta çalınan atlar Han’ın atları olsa bile.

Yine Moğolların ilginç bir özgürlük telakkileri var kitaba göre. Özgürlük ve mutluluk sonsuz çayırlarda at koşturmak demekmiş onlara göre. O yüzden yerleşik hayatı bir tutsaklık kabul ediyorlarmış. Şehirleri yakmaları, yıkmalarının sebebi buymuş. Bağdat Kütüphanesi’ndeki binlerce yazma eseri yakarken içlerinde bin yıldır hapis kalan ruhları özgürlüğe kavuşturduklarına inanıyorlarmış.

İkiilebir ilginç ve hoş bir kitap. Ama ben yeterince hakkını veremediğimi düşünüyorum. İleride bir kez daha okursam daha çok istifade ederim gibi geliyor. Çünkü yukarıda söylediğim gibi biraz gümbürtüye geldi ne yazık ki.

 

Develerin Devrimi

Rahmetli babam derdi ki: "Çıldırmış bir deveyi sigara dumanı teskin eder. Sahibi bir fırsatını bulup da burnuna sigara dumanı üflerse deve sakinleşir, o zaman sahibi yularını ele geçirir, bağlar."

Bu bana milyonların burnuna birilerinin çoktan neler üfleyeceği hesabını yapmaya başladığını düşündürüyor: Batı, yıllardır hem [Mısır'ın ve Arap Dünyasının]rejimlerini destekliyor hem çeşitli 'sivil kuruluşlar' adı altında milyonlarca dolarlık faaliyet pompalıyor: Yoksullara duyarsız adaletsiz büyüme ideolojisi, modern tüketim, nihilizm, bedensel hazlara indirgenmiş özgürlükler, her şeyin kişisel tercihlere endekslenmesi, cinsel tercihler vs. türünden o kadar çok duman var ki, uyuşturucu etkisine sahip.


[Ali Bulaç-03 Şubat 2011-Zaman-'Develerin Devrimi']

Sahabeler ve Sonrakiler

Asr-ı Saadet'te, insanlar kendilerini, giderek tamamlanmakta olan bir dinin rükünlerini yerine getirmeye adamışken; Asr-ı Saadet'ten sonraki insanlar, kendilerini tamamlanmış bir dinin içinde buldular. İlkinde insanlar dinin hükümlerini içselleştirerek yollarına devam ederken; ikinciler, içine doğdukları tamamlanmış dini kendi yaşayış tarzına uyarlamaya girişti. Böylece sahabi ile sonrakiler arasındaki telakki tarzı kapatılması imkân dışı kalan bir yarılmayla ayrıldı.

Böylece sahabeler kendilerini dinin öngörülerine doğru değiştirmeye çabalarken sonrakiler, dini, içinde yaşadıkları dünyanın şartlarına göre algılamaya girişti. Herkes ona kendi dünya görüşüne, felsefi telakkisine, hatta keyfine göre bir anlam vermeye çalışınca; din ne ise o olarak değil, fakat herkesin ona izafe ettiği görüşe göre anlam kazanmaya başladı.


[Rasim Özdenören-Yeni Şafak-13.01.2011]

Değişik bir Mısır Analizi

Önce Tunus ardından Mısır’da meydana gelen halk ayaklanmaları 2011’in ilk aylarında Arap dünyasının bu iki önemli ülkesinde uzun yıllardan beri süren rejimleri devirdi. Tunus lideri Zeynelabidin bin Ali 23 yıl sonra, Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek 30 yıl sonra halk gösterileri ile yönetimi bırakmak zorunda kaldılar. Her ikisi de daha pek çok Arap lider gibi ülkelerini Batı’nın istek ve arzularına göre uzun yıllardır yönetiyorlardı. Şimdi bu olayın etkisinin domino taşı gibi tüm coğrafyaya yayılacağı konuşuluyor. Yaklaşık bir buçuk aydır televizyonlar, gazeteler ve internet medyası bu konu üzerine derin analizler yapıyor, yazı dizileri hazırlayıp sabahlara kadar tartışma programları düzenliyorlar. Şu ana kadar bana göre en güzel Mısır analizlerinden birini Zaman Gazetesi yazarı Beşir Ayvazoğlu 10 Şubat tarihli yazısında şöyle yapmış:

Kahire'de kaldığımız otelin adı Cleopatra, oteldeki barın adı Nefertiti idi. Şehrin en tanınmış meydanlarından biri de II. Ramses'in adını taşıyor, koca bir Ramses heykelinin süslediği bu meydana Ramses Caddesi'nden gidiliyordu. Dönüşte bindiğimiz -sonraki yıllarda yaptığı uçuşlardan birinde düşen- külüstür uçağın adı da Tutankhamun... Meydan Tahrir'deki ünlü Mısır Müzesi, antik Mısır buluntularıyla tıka basa doluydu. Orada burada yolumuzu çeviren satıcılar, üzerlerine firavunların hayatlarıyla ilgili resimler çizilmiş papirüsler, Nefertiti kabartmalı kolyeler, Tutankhamun ve Nefertiti heykelciklerini satmak için dil döküyorlardı. Bunların gerçek Mısır'la, yaşayan Mısır'la hiçbir ilgisi yoktu.

Gerçek Mısırlı, oryantalizmin kendisi için icat ettiği kimliği hiçbir zaman benimsemedi. Halkın asıl kimliği İslâm; Giza'ya, ünlü piramitleri ve sfenksi görmeye giderken bindiğimiz takside dinlediğimiz Kur'an bize bu derin tezadı açık bir şekilde göstermişti.
Avrupalılar, Napolyon ve ordusunun Giza piramitlerini gördüğü 21 Haziran 1798 tarihinden beri tuhaf bir Mısır rüyasında yaşıyorlar. O yılın ilkbaharında, Institut de Franc'ın büyük toplantı salonunda Arabistan Seyahati adlı iki ciltlik kitabın deri cildine sert bir şekilde vurarak ilmin Mısır'daki görevini açıklayan Napolyon, sefere çıkarken yanına bir düzine oryantalist almıştı. Kalbinde İskender ve Sezar gibi cihangirlerin ihtirası, Mısır'ı Avrupa'nın, daha doğrusu Fransa'nın tabii bir uzantısı haline getirmeyi hayal ediyordu.

Bonapart'ın emriyle başlanan ve 1803-1828 tarihleri arasında 33 cilt olarak yayımlanan Description de I'Egypte (Mısır'ın Tasviri) adlı dev eserde Mısır, asıl gerçekleri ve değerleriyle değil, Avrupa'yla uzak geçmişindeki ilişkileri açısından ele alınmış, dünya tarihi içinde, Avrupa'nın menfaatlerine ve fantezilerine uygun bir yere oturtulmuştur.

Uzak geçmişinde bilgi ve medeniyet kaynağı olan Mısır, oryantalistlerin gözünde, yaşayan haliyle incelenmeye bile değmezdi; "barbarlığa gömülmüş yaşıyordu." Gerçek Mısır'ın hayal kırıklığına uğrattığı Gerard de Nerval, 1843 yılında Theophile Gauthier'ye yazdığı bir mektupta, "Keşke o ülkeyi hayallerimden çıkarıp atarak hâtıralarımın arasına gömmeseydim." diyordu.

Hiyerogliflerin esrarı, bilindiği gibi, Champollion tarafından, meşhur üç dilli Rosette taşı sayesinde çözülünce, o güne kadar aslında kapalı bir kutu olan antik Mısır'ın kapıları ardına kadar açıldı. Bu, aynı zamanda oryantalizmin yeni kollarından birinin, Ejiptoloji'nin doğuşu anlamına geliyordu. Mısır, artık Batılı arkeologları ve arkeolog kılıklı soyguncuları mıknatıs gibi kendine çeken bir ülkeydi. Kazmasını kapan Mısır'a koşuyordu. Muhteşem firavun mezarlarında hayal edilmesi bile güç hazinelerin yattığını çok iyi biliyorlardı.

Modern Mısır, resmî tarihini -Tek Parti devrinde bizim kendimize Hititlerde vb. menşe aramamız gibi- İslamî dönemi yok sayarak Firavunların Mısır'ı üzerine inşa etti. Nâsır'dan itibaren liderleri de Firavunlara benziyordu zaten. Meydan Tahrir'de kükreyen kalabalıklar, sadece adaletsizliğe, yoksulluğa, zulme değil, aynı zamanda icad edilmiş Mısırlı kimliğine ve bu kimliğin muhafızlarına isyan etti.

14 Şubat 2011

Sinema: Hain


Traitor (Hain,2008), bir önceki yazıda (Ölümcül Tuzak-Hurt Locker) bahsetmediğimiz ama Hollywood klişelerine göre oldukça orijinal bir film. İslamofobiye önemli bir eleştiri getiriyor. Filmin konusu şöyle: Müslüman bir Amerikan ajanı radikal İslamcı teröristlerin arasına sızmayı başarmış ve kendisini onlara kanıtlamıştır. Hedefi 50 ayrı halk otobüsüne intihar eylemi yapacak olan örgütün liderine ulaşmaktır. Bu sırada kendisine bu gizli bir görevi veren birim o kadar tedbirli davranmaktadır ki federal ajanlar peşine düşer ve adı en çok arananlar listesine koyulur.

Filmin beni heyecanlandıran iki yönü var. İlki filmde Müslümanlara empati ile bakmaya çalışılması. Ahmet Turan Alkan’ın çok hoşuma giden sözü ile ifade edecek olursak Traitor filmi İslami teröre anlayışla değil ama anlama çabası ile yaklaşıyor. “İslami terör”ün (ki bu ifade son derece yanlış zira Hristiyan teröristler için de Hristiyani terör mü diyeceğiz?) sebebini anlamaya çalışıyor. Bunu yaparken İslamofobiye sebebiyet veren klişe ifadelerden kaçınıyor. Mesela Guy Pierce’ın oynadığı karakter, “Hıristiyanlığın olduğu gibi, İslamiyet’in de birden fazla yüzü var” diyor ve önyargılı davranan meslektaşını film boyunca uyarıyor.

İkincisi, Don Cheadle’ın oynadığı Samir karakteri -her ne kadar hatalar olsa da- samimi bir Müslüman rolünü çok güzel oynuyor. Zaten filmi de tek başına sürüklemeyi başarıyor Cheadle. Mesela intihar eylemcilerinin İslamiyeti ne kadar yaşadıkları meselesi çok güzel verilmiş. Samir kendisine içki ikram eden örgütün üst düzey yöneticisine içkinin haram olduğunu, ‘savaş koşullarındayız, takiye yapmalıyız’ bahanesinin kimsenin görmediği bir yerde geçerli olamayacağını çok etkileyici bir şekilde anlatıyor.

Filmde hatalar yok değil. Örneğin Yemen’i harap ve bitap, toz toprak içinde küçük çocukların ellerinde kalaşnikoflarla gezdiği bir yer olarak görüyoruz. Hemen dikkatimi çeken başka bir hata da Samir’in elmayı sol eliyle yemesi oldu. Çok detaymış gibi gelebilir ancak bu derece hassas bir dindar böyle bir noktayı atlamaz. Yine de bu hatalar çok üzerinde durulmasını gerektirecek fahiş noktalar içermiyor.

Hain filmi ortaya koyduğu önyargısız yaklaşımı ile övgüyü hak ediyor. Amerikalılara ve Batı’ya meselenin öyle göründüğü gibi olmadığını iyi niyetli bir şekilde anlamaya çalışıyor. “Truth is complicated (Gerçek oldukça karmaşıktır)” cümlesi adeta filmin mottosu olmuş. İslam ile terörü ilişkilendirenlere, zihniyetlerini esaslı bir şekilde sorgulama ve gerçeklerin derunu üzerine düşünme fırsatı sunuyor.

8 Şubat 2011

Sinema: Ölümcül Tuzak


Geçtiğimiz yılın en iyi film Oscar’ını alan Ölümcül Tuzak, Irak’taki Amerikan askerlerinin psikolojisi üzerine yapılmış bir film. Hollywood aynen Vietnam filmlerinin pek çoğunda olduğu gibi son 4-5 yıldır Irak üzerine filmler yapıyor. Bunların pek çoğu Amerika’yı haklı çıkarmaya yönelik ısmarlama filmler gibi duruyor.

Body of Lies(2008), In the Walley of Elah (2007) ve The Hurt Locker (2008) Irak Savaşı nedeniyle kendi kamuoyu önünde ve dünyada itibar kaybeden Amerika’nın bir nevi kendini aklama çabası adına yakın zamanda peş peşe çekilmiş sansasyonel filmler. Daha pek çok film vardır muhtemelen ancak ben bu üçünü izledim şu ana kadar. Amerika bu filmler ile sanki hatalarını kabul edermiş gibi yapıp, bir yandan da ‘Ama bakın Irak’taki ortama, burası adamı ne hale getiriyor diyorlar. Birçok askerimiz psikolojik sorunlar yaşadılar ve yanlış işler de yaptılar ama böyle bir ortamda maalesef bunlara katlanacağız biraz’ diyorlar aynı daha önce pek çok kez Vietnam hakkında yaptıkları gibi. Vietnam’dan çıkamamışlar ama muazzam medya, sinema ve ekonomi güçleriyle tüm dünyaya kendilerini haklı gösteren taraf olmuşlardı. Vietnamlılar barbar, acımasız, cani insanlardı. Envai çeşit işkenceler yapıyor, Amerikan askerlerini katlediyorlardı. Iraklı intihar bombacıları da aynı onlar gibi. O kadar merhametsizler ki bir çocuğu öldürüp, karnına bomba dikiyorlar. Oysa bomba imha ekibindeki kahraman Amerikan askeri o kadar merhametli ki cesedi patlatmaya kıyamıyor ve hayatını riske atarak bombayı çıkarıyor!

The Deer Hunter (1978), Full Metal Jacket (1987) ve Apocalypse Now (1979) gibi filmler de zamanında savaşı eleştirip ‘bizim ne işimiz var burada?’ teması ile savaşın insanı ne hale soktuğunu gösteren filmlerdi. Ne yazık ki o filmlerde de ‘tamam ama…’ diye başlayan cümleler işliyordu Hollywood yüz milyonlarca insanın bilinçaltına. Ve bir sürü Oscarlar, altın küreler verdiler o filmlere.

2010 yılı en iyi film ve en iyi yönetmen dâhil 6 Oscar alan Ölümcül Tuzak da aynı onlar gibi. Film şu sözle açılıyor: “Savaşma arzusu güçlü ve ölümcül bir hastalıktır. Savaş bir uyuşturucudur.” Şu sözler de en iyi yönetmen ödülünü alan filmin yapımcısı ve yönetmeni Kathryn Bigelow’a ait:

"Savaşların en kirli sırrı, bazı erkeklerin savaş yapmayı çok sevmesi ve dünyayı kendi hırsları için bilinçli olarak kızıştırmasıdır. Ölümcül Tuzak'ta bu hassas meseleyi kurcalayıp deşifre etmeye çalıştım. 21'inci yüzyılın savaşlarında artık eski zamanlardakine benzer kahramanlar da kahramanlıklar da çıkmıyor. Çünkü zaten bu çatışmaların doğuş gerekçeleri son derece kirli; ulusal onuru korumaya değil bütünüyle dünyevî çıkarlar elde etmeye yönelik... Üstelik çağdaş savaşların herhangi bir kazananı da olmuyor. O hâlde, niye dünyanın dört bir tarafına gencecik çocukları ölmek ve öldürmek için gönderip duruyoruz? Bir kadın olarak, elimde bu gibi konulardaki görüşlerimi beyan edebilmek, tepkilerimi bütün dünyayla paylaşabilmek adına sinema yapmaktan başka araç yok. Ben de şiddetin sorumlularına öfkemi haykırabilmek için elimdeki o tek aracı inatla kullanmaya devam edeceğim."

Yönetmen bunları diyor ama o da hep kendi tarafından bakıyor. Hollywood nedense Vietnam’da deliren, Irak’ta birbirlerini öldüren askerlerin dramını işliyor ama maalesef hiç, bacağı kopan bir Iraklının penceresine ya da sakat doğan Vietnamlı bir çocuğun yaşamı üzerine odaklanmıyor. Dünyayı kendi hırsları için kızıştıran erkeklere kızarken bomba imha ekibinin erkekçe cesaretini kahramanlaştırmaktan uzak durmuyor. Niye dünyanın dört bir tarafına gencecik çocukları ölmek ve öldürmek için gönderip duruyoruz diye sorarken; karşı tarafı cani intihar saldırı düzenleyici katiller olarak göstermekten kaçınmıyor. Bigelow’un filminde şöyle bir izlenime kapılıyoruz: Onlarca yıldır radikal İslami teröristler Irak’ta hunharca katliamlar yapıyormuş adeta ve Amerika masum Iraklıları kurtarmaya gitmiş. Zavallı Amerikan askerleri, ne çetin koşullarda ne büyük fedakârlıklarla onları kurtarmaya çabalıyor. Bomba imha timleri eve dönmek için gün sayıyorlar, ama dönünce vicdanları rahat etmiyor zira her gün bombalar patlamaya devam ediyor ve daha çok bomba imha ekibi lazım hemen savaşa geri dönüyorlar. Üstelik çoluğu çocuğu geride bırakıp her gün ölüme meydan okuyarak yaşamaya katlanıyorlar.

Dayanamıyorum ve yuh artık diyesim geliyor. Sanki o askerler zorunlu askerlik görevlerini yapıyorlar ya da vatanlarını milletlerini korumak, kurtarmak için oradalar. Aslında hepsi paralı asker. Orada olmalarının sebebi, Cem Yılmaz’ın artık Türkçemize kazandırdığı deyimle söylersek tamamen duygusal. Elbette Amerikan düşmanlarını temizleme misyonu pompalanıyor bilinç altlarına 11 Eylül’den beri (hatta daha önceden de). Üstelik olaya “Tanrı beni ilahi bir misyonla görevlendirdi. Bu bir din savaşıdır. Geniş ve uzun vadeli Haçlı Savaşı başlamıştır. Ya benimlesiniz ya da karşımda.” şeklinde bakan bir başkanları da vardı. Yani ölürsem şehit olurum diyenler de vardır belki, haksızlık etmeyelim.

Neyse biz devam edelim. Benim en büyük eleştirim şudur: Bu filmde de diğer yönetmenler gibi Bigelow da “Burada olan bütün faciaların temel sebebi yine biziz. Buralar bizim yüzümüzden bu hale geldi. Ne olacak buradaki insanlara? Bunun hesabını kim verecek.” diyemiyor. Ancak “Savaş uyuşturucudur. Askerlerimizi uyuşturuyor, psikolojilerini, hayatlarını mahvediyor.” diyebiliyor.

Ben de hala Güney Amerika’dan Orta Doğu’ya, Afganistan’dan Afrika’ya hemen hemen bütün sorunların kaynağı olan politikaları kendi siyasetçilerinin üretmiş olduğunun farkına varamayan Amerikalılara ve Avrupalılara hayret ediyorum. Saddam’ın, bin Ladin’in, Hüsnü Mübarek’in, Zeynel Abidin bin Ali’nin ve diğerlerinin kendiliğinden ortaya çıktığını sanıyorlar zavallılar.

Şöyle bir düşününce tüm Afrika’nın açlığı, sefilliği, geri kalmışlığı; Güney Amerika’nın onlarca yıldır ekonomik ve siyasi istikrara ulaşamaması, hala darbelerle uğraşması; Arap dünyasının baskıcı rejimler altında inim inim inlemesi; Afganistan’ın, Pakistan’ın, Irak’ın, Somali’nin bugünkü durumu kimin suçu acaba? Hala ülkemizde sıkıntısını çektiğimiz vesayet rejimi, 27 Mayıslar, 12 Eylüller kimin işi sizce?

Oscar konuşmasında “Bu ödülü Irak, Afganistan ve dünyanın değişik ülkelerinde bulunan Amerikan askerlerini, hatta itfayeciler de dâhil bütün üniformalılara adıyorum.” diyen Bigelow sanki kafasını kuma gömüyor ve filmde ne anlatmaya çalıştığını kendi de bilmiyor gibi geldi bana.



Not: Tüm bu filmlerin aksine, ABD’nin bu politikalarını gerçekten eleştirebilen bazı filmler de var elbette. Gerçi ben şu ana kadar bir kez karşılaştım böyle bir filmle. 2005 yapımı Syriana meselenin bamteline dokunmayı başarıyor. Ama tabii ki Syriana filmi büyük ödüllerden eli boş döndü.

Mısır ve Devrim


Devrimler, küçük insanların isyanıdır, sokakların çocuğudur ve meydanlarda sarmaşık gibi yeşerir, aniden büyürler. Devrim, sadece "ekmek için yapıldığında" eksik kalır. Arap çöllerinin safkan atlarının dört nala koşusunu şiir diline döken şairlerin etkilediği İspanyol edebiyatından mülhem devrim şarkıları yazan Che Guevara, Farazdak'ın mısralarının aynısını tekrarlayan o müthiş hitabetiyle "Devrimler ahlaki arınmadır, manen yeniden dirilmedir" diyordu. Türk solcuları, hiçbir zaman Farazdak ile Che Guevara arasındaki o irtibatı anlayamadılar, çünkü onlar dinleriyle ve halklarıyla kavgalıdırlar.

1789 Fransız Burjuva Devrimi'ni veya 1917 Bolşevik Devrimi'ni küçümsemek işimiz değil. Bu doğru olmaz, hakşinaslık da olmaz. Ama zaten tarihe geçen isimlendirmeler yeterince açık! Ruslar, 'proletarya', Fransızlar 'burjuva' devrimleri yaptıklarını söylüyorlar. Her ikisi de bir "sınıf"ın devrimi. Her iki sınıfın ayrı ve birbirine karşıt ideolojileri oldu. Biri kapitalizm, diğeri sosyalizm-komünizm olarak kendini tescil ettirdi.

Her iki devrimin eksiği sadece "ekmek" için yapılmasıydı. Ve sadece sınıfsaldı! Herkesi ayağa kaldıracak devrimi dinler yapar! Ve sadece İslam herkese şemsiye açar.



[Ali Bulaç, Zaman, 05 Şubat 2011, ‘Nil'in kızı, Kahire!’]

7 Şubat 2011

Edebiyat Ayrıntıdadır

Edebi metinleri "sadeleştirmek" acayipliğini, faciasını yaşamak aklın alacağı bir şey değildir. Bir "ulusun" belirli bir kültür dili olur, o dilin belirli sayıda sözcükten oluşan bir hacmi bulunur. Belirli bir eğitimden geçmiş herkesin ona sahip olması şarttır. Sonuç bu değilse ortada bir yanlışlık var demektir.

Edebiyat metnini salt iletişim mantığıyla okumak, bir romanın özetini okumaktan farksızdır. Edebiyat bir bilinç işidir ve bilinç ancak dille oluşturulur. Osmanlıca metni sadeleştirmek bir zihniyeti yok etmektir ki, orada edebiyat kalamaz, katledilir. Edebiyat ayrıntıdadır.
[Hasan Bülent Kahraman-Sabah -5 Ocak 2011-"Kendimizden korkmak ve Osmanlıca"]

Hukuk Sistemi

'Türk vatandaşı, 'İsviçre Medeni Kanunu'na göre evlenen, 'İtalyan Ceza Yasası'na göre cezalandırılan, 'Alman Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası'na göre yargılanan, 'Fransız İdare Hukuku'na göre idare edilen ve 'İslam Hukuku'na göre gömülen kişidir!'
                                                                                         Uğur Mumcu
                  ('Türk vatandaşı kimdir?' sorusuna bir mizah dergisinin verdiği cevabı aktarırken.)


Anlaşılmaz bir şekilde demokrasi şehidi ilan edilen Mumcu günümüzdeki hukuk sisteminin halini görse ne derdi acaba?

17 Ocak 2011

Okudukça: Dava


Ünlü yazar Franz Kafka’nın Dava isimli romanı bir banka çalışanına açılan bir dava üzerine şekillenmiş bir kitap. Kafka’nın kendine has karamsar ve ümitsiz üslubu bu esere de yansımış durumda. Kitabı okurken oldukça sıkıldım, zaman zaman bırakmayı düşündüm. Neyse ki ince bir kitaptı ve güç bela bitirdim.

Roman bir davadan bahsediyor dedik. Kahramanımız K. bir bankada çalışıyor. Bir gün aleyhinde bir dava açılıyor, görevliler sabah erkenden gelip kendisine bunu tebliğ ediyorlar. Davanın hangi konuda olduğu ise meçhul kalıyor. Kendisine söylenmiyor, hatta kitap bitiyor ama okuyucu da dava konusunu öğrenemiyor. Garip bir mahkeme sistemi var. Apartmanların üst katlarında tuhaf davranan, karamsar ve de hayattan bezmiş memurların çalıştığı mahkeme kalemleri; odasından hiç çıkmayan, müşterilerini kelime oyunları ve mahkeme görevlileriyle kurduğu kişisel temaslar vasıtasıyla temsil eden bir avukat; avukata kul-köle olan müşteriler, hiçbir davanın hiçbir zaman beratla sonuçlanmaması, davalının yargılamadan haberdar olmaması… İnsanın hayal dünyasını zorlayan pek çok saçmalık kitabın sonuna dek sürüyor. Ve en sonunda infaz gerçekleşiyor, ne bir tutuklama ne bir hapis, direk ölüm ve sonuna razı bir davalı K., dağ başında iki kibar memur tarafından öldürülüyor.

Kitabı okurken uzun uzun düşündüm, yazarın amacı ne ola ki diye. Daha önce de Dönüşüm isimli hikâyesini okumuştum. Orada da banka memuruydu galiba kahraman, aynı gerçek yaşamında Kafka’nın olduğu gibi. Hem Dönüşüm’de hem de Dava’da gerçekdışı olaylara yer veriyor. Bürokrasiye ve devlet sistemlerine yoğun bir eleştiri sunuyor şüphesiz. Zaten "Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı." * şeklinde meşhur bir sözü var başka bir eserinde. Romanı yazdığı yıllara bakacak olursak, o yılların Avusturya-Macaristan’ı ve sonrasındaki otuz kırk yılın faşist Almanya’sının devlet yönetiminin, bürokrasisinin bireyi nasıl ezdiği bilinen bir gerçek. Ayrıca şu an biraz düzelmiş olsa da biz de “Bugün git yarın gel.” diyen asık yüzlü devlet dairelerinin, hatta devlet için kurşun yiyenin de sıkanın da şerefli sayıldığı bir devlet düzeninin olduğu bir tecrübeye sahibiz. Bizde de K. gibi çok kimse terk edilmiş bir harabede başına odun vurularak öldürüldü.

Kafka gizemli ve efsanevi bir kişilik. Genç yaşında öldüğünde bütün kitaplarının yakılmasını istemesi, ama vasiyetinin yerine getirilmemesiyle bugün onu tanıyor olmamız bu efsaneyi daha da büyütüyor. Yazar hakkında milyonlara varan yorum bulunabilir internette ve de yayın dünyasında. Kitap satış sitelerinin sayfalarında nice cafcaflı sözler mevcut: “Hayat aslında bizim davamız, ezilen bireyin iktidar karşısında mücadelesi, dışlanışı” vs.

Bence Kafka pek çok çağdaşı yazar gibi hayatın gerçek anlamını bulma çabası içinde derin buhranlar geçiriyordu. Zihninde “Nereden geldik, nereye gidiyoruz?” sorusuna tatmin edici bir cevap olmayınca böyle ümitsiz, karamsar, itilmiş, dışlanmış bir birey olunması çok normal. Devletler tarih boyunca bireylere çok zulümler yaptılar, doğru, hâlâ yapıyorlar da. Sinan Çetin en son Kağıt isimli filminde bunu anlatıyor nitekim. Lakin öte yandan Kafka hayatın anlamını çözemeyen ve buhranlar içinde yüzüp kaybolan nice zirve beyinden biridir. Adam öyle bir anlatılıyor ki, sanki Kafka insanlığın sorunlarına çareler üretmiş ve kendi de mutlu bir hayat sürüp ölmüş. Ama öyle değil ki. Kafka yukarıdaki soruya cevap veremeyen biriydi. (Milyarlarca insanın o soruyu düşünmekten kaçtığı da ayrı bir bahis konusu) Çözülmesi gereken asıl soruya cevap veremediği için-belki de o soruya ulaşamadığı için- tali sorunlarla uğraştı. Bireyin, toplum-kanun-devlet-din gibi kafeslerin elinde tutsak olduğunu söyledi. Peki o kafesler de tek tek bireylerden oluşmuyor muydu? O tutsaklar nasıl bir araya gelip yeni kafesler oluşturup başkasını içine alıyordu?

Kafka’nın sadece iki eserini okudum. Felsefeden de anlamam. O yüzden bu bahsi daha fazla uzatmak istemiyorum. Ancak sadece Risalelerde bulabildiğim şu gerçeği biliyorum ki insan hiçbir şeyden korkmamak istiyor, kimseye kul olmak istemiyor ve gerçek özgürlüğü arıyorsa yalnız bir mercie kul olmalıdır. Yalnız Onun ismini almalı, Onu bilmeli, Ona itaat etmeli; böylece sair şeylerin esaretinden, şerrinden emin olsun. Sayılamayacak kadar çok korkusu, endişesi, düşmanlarının saldırısı ona bir şey yapamasın. Gerçek manada o tutsaklıklardan kendini azad edebilsin. O merci de hiç şüphesiz bizi yaratandan başkası değil.

Bediüzzaman Hazretleri eserlerinin pek çok yerinde bu hakikate işaret etmiştir. O yüzden ömrü hep kendini tutsak etmek isteyenlere karşı mücadele ile geçmiş, ama hiçbir zaman hiçbir kimse sesini kesememiş, onu durduramamıştır. Yalnız başına tüm dünyaya meydan okumuş ve de başarılı olmuş, bugün milyonları etkilemeye devam ediyor. O hapiste ve de sürgündeyken bu sayede Hür bir Adam olabilmiştir. Bu sayede “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyebilmiştir.

Onu tanıyan ve itaat eden zindanda da olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hatta bir bahtiyar mazlum idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: ‘Ben idam olmuyorum. Belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkum gördüğümden sizden intikamımı tam alıyorum.’**
Yazıya başlarken Kafka ile Üstadı karşılaştırmayı planlamıyordum. Ama böyle oldu. Dava bana bir dava adamını ilham etti. Üstelik o dava adamı K. gibi kaybolup gitmedi, pes etmedi ve davasını kazandı.



*  http://dipnotkitap.net/ROMAN/Kartal_Yuvasi.htm

**Tarihçe-i Hayat, Denizli Hayatı. Envar Neşriyat, İstanbul,2005. Sayfa 439.

14 Ocak 2011

Sinema: Hür Adam




Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını anlatan “Hür Adam” filmi geçen hafta gösterime girdi. Ben de daha ilk günden izleme şansı buldum.

168 dakikalık filmden değişik duygular içerisinde ayrıldım. Öncelikle filmi sinematik açıdan oldukça başarısız buldum. Filmde insanı bezdirecek derecede pek çok amatörlük var. Kar efektinin başarısızlığından, Rus komutanı ve tercümanı başta olmak üzere, pek çok yan rolün oldukça silik oynanmasına; 70 yaşındaki oldukça hasta Üstad’ın yakın çekimdeki ellerinin son derece sağlıklı olmasından, 50 yıl boyunca kullanılmasına rağmen hiç eskimeyen sepetine kadar birçok iğreti hatalar peş peşeydi.

Tüm bunlara rağmen bu film alanında bir ilkti ve başroldeki Mürşit Ağa Bağ beklediğimin aksine Üstadı oldukça iyi canlandırıyordu. Onu anlatan ilk film maalesef vefatının 50. Yılına yetişebildi. “80 yıldır görmediğim eza, çekmediğim cefa kalmadı” diyen “asrın beyin yapıcısı”nı sinema ekranında görmek her şeye rağmen çok güzeldi. Dindar insanların sinemaya mesafeli durmasına bir kez daha hayıflandım. Zira pek çok eksiğine, hatasına rağmen Hür Adam filmi Üstad’ı geniş kitlelere tanıtacak gibi inşallah. Haksız yere de olsa Mustafa Kemal ile olan buluşması üzerine yapılan tartışmalar vesilesiyle de bu tanıma işlemi daha da hız kazanacak.

Öte yandan film pek çok açıdan güzel özelliklere de sahip. Hayatımda “tefekkür” diye bir şeyin olmasını borçlu olduğum Zât’ın nasıl tefekkür ettiğini, zamanın hadiseleri karşısında nasıl yılmadığını ve korkmadığını daha önce defalarca okumuştum. Şimdi sinema ekranında görmek güzel oluyor. Filmden çıkınca içimde bir ümit doğdu. Yeterli bir bütçeyle (filmin kalite zafiyetinde bütçe sıkıntısı var şüphesiz, 3-4 milyon dolara mal olan bu tarz bir filme 30-40 milyon dolarla başlansaydı neler değişmezdi) ve kaliteli oyuncularla bir “Goodbye Bafana” ya da “Gandhi”’nin yarısı kadar bir film yapılamaz mı? Elbette yapılabilir ve de yapılacaktır.

Bana öyle geliyor ki Üstad’ı anlatan daha çok film çekilecek. Hür Adam filmi her yönetmenin çok çekindiği ve yapmaya cesaret edemediğini yaptı ve Üstad-Atatürk arasında mecliste geçen konuşmayı-tartışmayı gündeme getirdi. Bu bir psikolojik barajdı ve artık aşıldı. Film gösterime girmeden yoğun bir şekilde yapılan Atatürk ile görüşüldü mü değil mi tartışmaları bu görüşmenin olduğuna dair belgelerin netlik kazanmasıyla sonuçlandı. Ayrıca filmde Atatürk’e hakaret de edilmiyordu ve gösterim gününden itibaren tartışmalar sona erdi.

Filmde daha önce çok az filmde rastladığımız (açıkçası Ömer Lütfi Mete’nin Çizme filmi dışında hiçbir yerde rastlamadım ben) Şapka Kanunu, Türkçe Ezan gibi konularda ise Hür Adam gerçekten sesi oldukça gür çıkan cesur bir eleştiri getiriyor. Yeni nesiller bugün herkese şaka gibi gelen ama otuzlu yılların o gerçek atmosferini belki de ilk kez bu filmle öğrenecekler. Film bu açıdan büyük hizmet edecek. Köy meydanında sazın yasaklanıp, köylülere mandolin verilmesi, insanlara ‘Avrupa dini bıraktı ilerledi, biz İslam yüzünden geri kaldık. Biz de dini-diyanet kaldırıp ilerleyeceğiz’ fikrinin aşılanmaya çalışılması gibi olgular maalesef yaşandı bu topraklarda. Bütün köylüler jandarma korkusuyla şapka giymek durumunda kaldı. Buna isyan eden ender insanlardandı Üstad ve “Bu sarık bu kelleyle beraber çıkar” derken, basit bir kıyafeti savunmaktan çok, zorla değiştirilmeye çalışılan değerlerini korumaya çalışıyordu.

Filmde günümüzde en çok tartıştığımız meselelerden olan Kürt meselesine daha o zamanlardan reçeteler sunan Üstad’ın Şeyh Said Ayaklanmasına nasıl karşı çıktığını başarılı bir şekilde anlatıyor. Herhalde Şeyh Said ile Bediüzzaman’ın ayrı kişiler olduklarını anlamayan kalmaz bundan böyle. Filmi izlerken kendilerine destek vermesi için elçiler gönderen Şeyh Said’e Üstad’ın cevabını izlerken dikkatimi bir husus çekti. Orayı Tarihçe-yi Hayat’ta birkaç kez okumuştum. Özetle (ve de mealen) “Asırlardır bu iki millet beraber yaşadı. Türkler İslam’ın bayraktarlığını yaptı ve şimdi siz onların torunlarına kılıç çekemezsiniz. Bu kardeşi kardeşe kırdırmaktır. Yöntem şiddet değil, irşaddır. Şiddetle sonuca varamayacağınız gibi, maksadınızın aksiyle de tokat yersiniz.” İşte maksadının aksiyle tokat yemek ne olabilir, şimdi bunu düşünüyorum.

Dindarlık ve Mutluluk

[Hubert] Dreyfus ve [Sean] Dorrance, bizde “karanlık çağ” diye habire kötülenen Ortaçağ’ın önemli bir artısını tespit ederek giriyor konuya. Diyorlar ki, o dönemde insanlar “Tanrı tarafından yaratılmış ve kaderi O’nun tarafından belirlenmiş varlıklar olarak hayatı tecrübe ediyordu.” Bu ise, hayata güçlü bir mânâ, tevekkül ve iyimserlik katıyordu.

Fakat modern çağla birlikte bu inanç zayıflamaya başladı. Tümüyle ortadan kalkmadıysa da, “herkesin benimsediği bir ön kabul olmaktan çıktı.”

Bu ise, bu iki felsefeciye göre, Batı toplumlarında “yaygın bir mutsuzluk” yarattı. Hayatın Allah tarafından belirlenmiş bir anlam ve amacının olmadığı fikri, bir “kararsızlık ve huzursuzluk” hali doğurdu.

Buna karşı Batılı toplumlar yeni mutluluk arayışlarına giriştiler. Evvelâ, daha önceden dinin sağladığı “mutlak hakikate bağlanma” duygusunu, mutlak doğruluk iddiasındaki totaliter ideolojilerde aradılar. Weimar Cumhuriyeti’nin süper-seküler kültüründen yükselen Nazizm, bunun en iyi örneğiydi. Haç gitmiş, yerine gamalı haç gelmişti.

Ancak böylesi “seküler din”ler, II. Dünya Savaşı sonrasında gözden düştü. Batılı seküler insan da, nihilizmden kaçışı daha spontane şeylerde bulmaya başladı: Spor müsabakaları veya rock konserleri gibi.

Dreyfus ve Dorrance, bu gibi yoğun heyecanların, bir “alıp götürme” etkisi yarattığını anlatıyor. Yani, bir stadyumda veya konser salonunda kendilerinden geçen bireyler, bir kaç saatliğine de olsa, kendilerinden daha büyük varlığa ve amaca bağlanma hissini tadıyorlar.

Kitap[All Things Shining: Reading the Western Classics to Find Meaning in a Secular Age], bu gibi örnekleri inceleyerek ve yenilerini önererek “anlamsız hayatlara nasıl anlam katarız” sorusuna cevap arıyor.[vurgular bana ait-Seyyah]


[Mustafa Akyol-Star Gazetesi-3 Ocak 2010]

Osmanlıca

Hasan Bülent Kahraman “Sabah”daki sütûnuda Osmanlıcanın yeniden öğretilmesine dâir iki yazı yayınladı. Konu tâ yirmili yaşlarımdan beri beni de şiddetle ilgilendirdiği için bir iki husûsa da ben değinmek istiyorum.

Bu erken ilginin basit iki sebebi var:

Birincisi âile çevrem ve dostlarımızın dile çok büyük ehemmiyet atfetmeleri, ikincisiyse benim bir tesâdüf sâikıyle 19 yaşında Almanya’ya savrulup bu son derece zengin ve işlenmiş dille yakından tanışma ve bu dili konuştuğumuz Türkçenin sefâletiyle mukaayese fırsatını bulmam. Böylece meselâ hücum, taarruz, tecâvüz, tasallut, sûikasd, akın, baskın, atak için artık sâdece SALDIRI; merhale, kademe, safha, hamle, pâye, rütbe, mertebe için AŞAMA; gurur, iftihar, haysiyet, şeref, izzet-i nefis için ONUR; teklif, tavsiye, telkıyn için ÖNERİ; alenî, bâriz, âşikâr, ayan, bedîhî, vâzıh, sarih, müstehcen, münhâl, üryan, meftuf, berrak ve defisiter için AÇIK “sözcük”leriye yetinmek zorunda kaldığımız kafama dank etdi!

Türkolog Prof. Otto Jastrow şu tesbitde bulunuyor:

“Bu yüzden Türk Dili kültürel çokkatlılığını ve nüans zenginliğini geniş ölçüde kaybederek yeniden ilk çıkdığı tek boyutlu bozkır diline yaklaşıyor.”

Aynı bağlamda Babam da derdi ki “Yakında artık karanlıkda konuşamayacağız. Çünki el kol işâreti yapmaksızın merâmımızı anlatabilme imkânını kaybediyoruz.”

Hazır Babamdan açılmışken:

İlkokulu bitirdiğim yaz beni bir kenara çekerek “Annene bir sürpriz yapalım.” dedi ve kütübhânede hergün Annem evin başka bir yerinde meşgûlken onar dakıykalık seanslar hâlinde bana iki haftada eski harfleri öğretdi. Sonra bir sabah Annemi çağırarak ona sürpriz yapdık. Annem önce Babamın bana belirli bir yeri ezberletdiğini sandı ama kendi seçdiği yerleri de okuyunca uğradığı şaşkınlığı unutamam. Onbir yaşındaydım. Yâni at değil deve değil! Dedelerimizin, büyükannelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz! Onun için de Orhan Veli’yi “sâdeleştiriyoruz”. Mâzîsiyle kavgalı, târihiyle mahkemelik, benliğinden nefret eden psikopatlarız!

Bakınız Arnavut asıllı büyük Osmanlı münevveri Şemseddin Sâmi Bey (1850-1904) daha 116 yıl önce ne yazmış:

“Osmanlı Lisânı üç dilden, Yâni Arabca, Farsça ve Türkçeden mürekkebdir demek âdet olmuşdur. (./.) Ne kadar yanlış! Üçdilden mürekkeb bir dil dünyâda görülmemiş şey! (./.) Bizim söylediğimiz lisan Tûran Dilleri Zümresi’ne mensub TÜRK LİSÂNIdır! Buna birinci derecede Arabî’den, ikinci derecede Fârisî’den bâzı kelime ve tâbirler girmişdir. Lâkin bu kelimeler ne kadar çok olsa lisânın esâsını değiştirmez. Meselâ İspanyolca ve Portekizce’de o kadar çok Arabca kelime vardır ki bunların mecmûu büyük bir cild teşkil etmişdir. Ama mezkûr lisanlar Arabî ile falan dilden mürekkebdir denilmeyip Latin Zümresi’ne mensub müstakîl lisanlar addolunur.”

Mümtaz Soysal bile daha 1981’de “Milliyet”deki sütûnunda “Artık okullara Osmanlıca dersi konulmalıdır.” diye yazmışdı!


[Yağmur Atsız-Star Gazetesi-07.01.2011]

Okuma Planı

O kadar çok kitap var ki... Bir yandan dünya klasikleri, bir yandan yeni basılan roman ve hikayeler, tarih,anı, biyografi kitapları... Hepsinden önemlisi insanın manevi olarak beslenmesini sağlayacak kitaplar...
İçten içe hep dengeyi sağlayamadığımı düşünüyordum. Her gördüğü kitaba sarılan biri değilim lakin okuma listesi diye bir listem var ve hergün daha da uzuyor. Ama eksikleri tamamlayacağım derken asıl okumam lazım gelenleri ihmal ediyorum. Risale ve Hocaefendi küliyatlarını bitirdim. Şimdi başka eserlere yöneleyim diye bir planım var(dı). Plan hala var aklımda ama çok yavaş ilerliyor.

Planın ilk aşaması Risale-i Nur penceresinden insanı tefekküre taşıyan eserler okumak, buna paralel olarak sahabe ve Peygamberimizin siyerine dair kitaplar okumak. Üçüncü olarak da Kur'an-ı Kerim'e yönelik çalışma. Bu sonuncusunu Ali Ünal'ın Kur'an-ı Kerim meali ve kelime kelime meal veren başka bir mealle yapmayı düşünüyorum. Ve Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Kur'an'a dair yazdığı son kitap da bunlara katılacak.Siyer açısından ise Tarık Ramazan'ın Peygamberin İzinde'si gündemimde. Onun öncesinde Ümit Kesmez'in Fethin Mü'minleri var şu an elimde.Kelime mealine de başladım ama.. hepsi yavaş işliyor. Çok farklı kitabın aynı anda olmaı sorun değil, sorun her zamanki gibi tembellik maalesef.

Geçenlerde Zaman Gazetesi'nde yazar Cüneyd Suavi hakkında bir haber çıktı. Hergün en az 100 sayfa Risale okuyormuş. Hayran kaldım. Manevi okumalarımı tamamlamadan başka hiçbir şeye dokunmam diyor. Ne kadar güzel. Keşke ben de öyle olabilsem.

9 Ocak 2011

Sinema: Bal



Yusuf’un hikâyesi hiç böyle anlatılmamıştı. Semih Kaplanoğlu’nun Berlin’de Altın Ayı kazanan Yusuf Üçlemesi’nin son filmi Bal, şu ana kadar hiç izlemediğim tarzda güzel bir sinema keyfi yaşattı bana.

Sinemada iki ana dal var. Bir ticari filmler, iki sanat ağırlıklı ve hâsılat endişesi taşımayan filmler. İkinci grup daha az popüler ve daha dar bir alanda faaliyet gösteriyor. Festivallerle meşhur oluyor. Ülkemizde Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu ve Semih Kaplanoğlu gibi isimler buna öncülük ediyorlar. Özellikle Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da ve Kaplanoğlu’nun Berlinale’deki başarıları son dönemde bu tarz filmlerin sayısının çoğalmasına vesile oldu/olacak. İki Dil Bir Bavul, 11’e 10 Kala, Mommo gibi ikinci grup festivallerden ödüller almış ve yarı belgesel tarzı filmler oldukça revaçta. Bu filmlerin yönetmenlerin ilk filmleri olması bizi geleceğe dair umutlandırıyor.


Son saydığım üç filmi beğenmiştim. Ustaoğlu’nun Pandora’nın Kutusu da güzeldi. Ama Nuri Bilge Ceylan’ın tarzına alışamadım. Uzak’ı iki kez izledim. İklimler ve Üç Maymun’u ise yarıda bıraktım. Semih Kaplanoğlu’nun önce Yumurta’sını sonra da Süt’ünü izlemiştim. Ama Bal bambaşka çıktı. Şu ana kadar bu yazıda adı geçen filmlerin hiçbir kötü değil. Beğenmediklerime ‘ben anlayamıyorum’ deyip saygı duydum lakin hiçbiri Bal ile karşılaştırılamaz bence.

Bir çocuğun gözünden dünyaya baktırıyor yönetmen size ve çok gerçekçi yapıyor. Hiç müzik yok, sanki ben oradayım. Ses muhteşem. Yusuf’u oynayan çocuk muhteşem, hiç yapmacık durmuyor, adeta kendini oynuyor.

Film Yusuf’un rüyasını anlatıyor. Bir rüya görüyor Yusuf. Babası rüyalar herkese anlatılmaz diyor. Fısıltıyla anlatıyor babasına. O rüya gerçek oluyor. Maalesef acı bir rüya ve acı bir gerçek.

Çocuğun okumayı öğrenme serüveni, baba sevgisi, cingözce hareketleri, kıskançlığı ve arkadaş sevgisi çok tatlı bir şekilde anlatılıyor. Babasını kaybettiği bölümde gözyaşlarımı zor tuttum. Neredeyse benzeri bir şeyi ben de yaşadım çünkü. Biraz daha büyük bir yaştı ama aynı duygulardı.

Karadeniz’in yeşillikleri ve arı vızıltıları eşliğinde muhteşem bir film. Bu filme film müziği yapılmamış. Soundtrack albümü var mı bilmiyorum. Muhtemelen yoktur. Varsa sadece arı vızıltıları, orman sesleri ve su çağıltılarından oluşuyor olmalı.

Yönetmen geçen sene TVNET’te katıldığı bir programda amacının seyircide bir vecd hali oluşturmak olduğunu söylemişti. Yaptığı sinemada amacının bir zamanların hayranlık uyaran Osmanlı medeniyet ve sanatının yaptığı gibi bir şeyi yapmak olduğunu söylüyordu. Günümüz Türkiyesinin bunu sinema dilini kullanarak başarabileceğini söylemişti. ‘Düşüne Taşına’ adlı o program hala kanalın arşivinde internetten izlenebilir şekilde mevcut. Engin tasavvuf bilgisiyle kendisine hayran bıraktı beni Kaplanoğlu.

Ve filmin en beğendiğim diyaloğu:

Babası “Biliyor musun, İdris’in kovanlarına dadanan kuyruksuz ayı doğurmuş.” diyor. Ve Yusuf, Anadolu’nun her yanında her Türk çocuğundan duyacağımız şu cevabı tam tonunda veriyor. “Vallaa mı?” Çocukluğumda çok duyduğum bu vallaa mı, o yaştaki her köylü çocuğun şaşırdığında yapıştığı kelimedir. Ve cevap da yetişkinler tarafından aynı tonda verilir: “Valla.”

Bir gün iki saatinizi ayırın ve bu filmi tek başınıza izleyin. Eminim çok beğeneceksiniz.


Okudukça: Göl İnsanları


Kemal Tahir’in Göl İnsanları adıyla yayınladığı hikâyeleri uzun süredir okuma listemdeydi. Cemil Meriç’in kendisi hakkında “Türk romanının yüz akı” dediği yazarın geçen sene meşhur ve de muhteşem eseri Devlet Ana’yı okumuş ve hayran kalmıştım. Sonrasında Engin Ardıç’ın birkaç köşe yazısı ve Hasan Bülent Kahraman’ın TVNET’te doğumunun yüzüncü yılı olması hasebiyle yayınlanan Kemal Tahir belgeselinde anlattıkları bende yazara karşı bir merak uyandırdı. En son da Zaman’ın kitap eki Kitapzamanı’nda Mart ayında hazırlanmış olan Kemal Tahir dosyası bende bir Kemal Tahir merakı ve de hayranlığı uyandırdı.

Aslında Beşir Ayvazoğlu’nun bir kitabında (Defterimde Kırk Suret) Ayşe Şasa’dan bahsederken Kemal Tahir’in Marksist düşünceden zamanla Osmanlı hayranlığına dönüşen sistem karşıtlığını öğrenmiştim. Mustafa Armağan’ın birkaç kitabında da referanslar vardı. Boğaziçi Üniversitesi kütüphanesinin raflarında elliden fazla kitabıyla en çok eseri yazarlardan biriydi. Tüm bunlar Kemal Tahir’i hafızamda neredeyse hiç kitabını okumadan biraz biraz bildiğim bir yazar konumuna getirdi. Devlet Ana milat oldu benim için. Şimdi artık tüm eserlerini merakla okumak istiyorum. Aslında Bozkırdaki Çekirdek’e başlamış ama kütüphaneden aldığım basımın kalitesine ısınamayıp yarıda bitirmiştim. Nihayet farklı bir kitabı almak için gittiğim Beyazıt’ta Göl İnsanları karşıma çıkıverdi. Türk Tarih Kurumu başkanı Ali Birinci’nin “Bir kitap güzelse önce alınır, fiyatı tali bir meseledir” mealinde bir sözünden hareketle hiç düşünmeden çantama atıverdim Göl İnsanları’nı.

Göl İnsanları hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. Nazım Hikmet’in “Türk edebiyatının en güzel dört hikâyesi” diye bu kitabı övdüğünü okumuştum.

Hikâyeler en az 30-40 sayfa. Bazıları 70’i buluyor. Kitap ilk basıldığında dört uzun hikâyeden oluşuyorken, yazar sonradan dört hikâye daha eklemiş. Böylece yazarın otuzlu, kırklı ve ellili yıllardaki üslubunun değişimini gözlemlemiş olma imkânı ortaya çıkmış.

Kemal Tahir’e yöneltilen eleştirilerden biri de erotizme kaydığı yönündeydi. Gerçekten ilk dört hikâyede köy hayatından kesitler anlatılırken maalesef erotizme kayan yerler var. Müstehcenlik fazla ayrıntılı yer almasa da insanın beynini bulandırmıyor da değil. Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı da bu açıdan eleştirilmiştir. Öte yandan kitabın arka kapağındaki Tahir Alangu’nun yazısından öykülerin yazımında yazarın köy hayatını gözlemlemek için bir süre oralarda yaşadığını anlıyorum. Zaten hikâyelerin büyük kısmı Çankırı-Çorum civarında geçiyor. Okudukça düşünmeden edemedim. Acaba bizim köylümü o halde miydi? O haldeydi ise vah… Osmanlı’nın yıkılışı ve son birkaç asırki konumumuzun sebeplerinden biri e gün yüzüne çıkmış oluyor bir kez daha. Bugün o cehaletin aşıldığı inancındayım. İnsanlar hem dinini daha iyi yaşıyor veya yaşamasa da haksızlıklar azaldı. Birincisi köylerin büyük kısmı şehre göçtü, ikincisi, jandarma-ağa birlikteliğinde cahil köylüyü ezme işi tek parti zamanında kaldı.

Kitapta üç hikâyeyi gerçekten çok beğendim. Kitaba adını veren Göl İnsanları, Nam Uğruna ve Kondurma Siyaseti. Nam Uğruna 30ların ortasında bir baraj açılış törenini anlatırken devrin siyasi atmosferini mükemmel yansıtıyor. Derken hiç beklenmedik sürpriz bir polisiyeye dönüşüveriyor. Kondurma Siyaseti ise tek başına muhteşem bir kitap bile olabilirdi.

Dersim Meselesi ile alakalı bir sürgün olayını da yarı masal yarı efsanevi bir biçimde anlatıyor. Yalnız burada pek çok farklı kesimin alınabileceği bir dil kullanılmış. Mesela aklıma bu hikâyenin sinemaya uyarlanması fikri geldi ama kesinlikle çok tartışılacağını da hemen hissettim. Kürtoğlu, Lazoğlu, Kürt inadı, Laz cinliği… gibi ifadeler, Ankara yönetimine sert eleştiriler var çok yerde. Taraf yazarı Orhan Miroğlu geçenlerde haklı olarak bu yönünü eleştirmişti Kemal Tahir’in. Bence art niyetli olarak bu ifadeleri kullanmıyor, halkın diline yerleşmiş deyim ve ifadeleri kullanmış. Bunların doğruluğunu ve yanlışlığını bir yana bırakarak düşünürsek bugün bile Anadolu’da Kürt inadı diye bir kavram maalesef kullanılıyor. Üstelik yazar Türkler için de zaman zaman böyle ifadelere yer vermiş. Mesela “Ova insanı kancık olur!” diyor bir yerde. Tüm bunların dışında müthiş keyif verici bir üslup var. Dahası bürokrasinin iş tıkamasına, devlet memurlarının kendi aralarındaki mücadeleye müthiş bir hiciv ile yaklaşmış.

Kemal Tahir okumaya devam edeceğim.

Dil Meseleleri: Türkçe'den Kelime Atmak

Star Gazetesi yazarı Yağmur Atsız, geçenlerde TDK'yı eleştiren bir yazı yazmıştı. TDK, kadınları kötü gösteren "eksik etek", "kaşık düşmanı" gibi bazı deyimleri, okullara yönelik sözlüklerden çıkarma kararı aldı. Lakin haber yanlış anlaşılıp, 'tüm sözlüklerden atılıyor' manası yayıldı ortalığa. Bu da pekçok kimseyi kızdırdı, başta Yağmur Atsız olmak üzere birçok köşe yazarı TDK'yı topa tuttu. Neyse ki Şükrü Haluk Akalın açıklama yaptı da doğrusu anlaşılmış oldu.


Öte yandan insanların niye kızdığı da malum. Zira geçmişte yapılan uygulamalarla Atsız'ın deyimiyle adeta Türkçe'nin ırzına geçildi.İşte Yağmur Atsız'ın o yazısında sıraladığı örnekler:


[Kelime atmanın] nasıl bir fikrî çoraklık ve sefâlete yol açdığını misallerle defâ’aten anlatmışdım. Bugün “alenî, bâriz, âşikâr, ayan, bedîhî, Vâzıh, sarih, müstehcen, münhâl, üryan, meftuh, berrak ve defisiter” için tek kelime kullanıyoruz: AÇIK!

“Hücum, taarruz, tecâvüz, tasallut, sûikasd, akın, baskın, atak” hepsi SALDIRI!