24 Aralık 2010

Mevlânâ

Mevlana bir "aşık", şair ve mutasavvıf! Neredeyse her beyitinde, her satırında, her sözünde Kuran ayetlerine veya bir peygamber sözüne gönderme var. Tam da bu yüzden seküler Türk aydını ve Doğu'da "çıkış" arayan mistik Batılının yaptığı gibi Mevlana'dan modern bir filozof çıkarmak, hele onu bir "kişisel gelişim guru"su gibi kullanmak çok acıklı ve umarsız bir çaba!


[Haşmet Babaoğlu-Sabah-19.12.2010]

Türkiye’de 2010 Yılının En İyi 11'i

Şimdi de sırada Süperlig'de yılın 11'i var:

Onur Kıvrak: Volkan’dan tek eksiği tecrübe. Bu sene kariyerinin atılımını yaptı ve milli takıma yükseldi. Volkan’a bir şey olması durumunda artık yeni bir kalecimiz var.

Serkan Balcı: Gökhan Gönül ve Sabri gibi arı gibi çalışan iki milli sağ bek varken 2010 yılına damga vuran Serkan oldu. İkisinden de daha etkiliydi. Hem savunmadaki başarısı hem de yaptığı asistlerle yılın en iyi sağ bek performansı bence ona ait.

Egemen: Geçtiğimiz yıllardaki savruk ve hatalı oyununun aksine bu sene çok başarılıydı ve Trabzon’un bu halde olmasında büyük katkısı var. Neden milli takıma çağrılmadığını anlayabilmiş değilim zira Servet’ten hiçbir eksiği yok.

Ömer Erdoğan: Türk futbolunun yeni Bülent Korkmaz’ı oldu. 33 yaşından sonra milli takıma çağrıldı. Bursa’nın şampiyonluğunda kaptan olarak büyük pay sahibiydi.

Vederson: Aslında kimi koysak buraya diye çok düşündüm. Hakan Balta, Cale, Andre Santos, İsmail Köybaşı, İbrahim Üzülmez, Caner… Sol bek mevkiinde başarılı ve ön plana çıkan bir oyuncu ligimizde maalesef yok.

Ivan Ergic: Bursa’yı şampiyon yapan kadronun en başarılılarındandı. Bu sezonun ilk yarısında da gayet başarılı oldu.




Emre Belözoğlu: Ligimizin tartışmasız en iyi orta sahası. Avrupa’nın hala en iyi pres yapan oyuncularından. O olmadığı zaman Fenerbahçe çok zorlanıyor.


Arda: Sakatlandığında GS’nin ne hale geldiğini gördük. Geçen sezonun ikinci yarısı o olmasaydı bu sezon düştüğü duruma daha çabuk düşecekti Galatasaray.

Alex: Bu sene eski günlerine geri dönü Alex. Sanki Fenerbahçe’ye ilk geldiği yıllarda oynadığı gibi oynuyor. Yıllar sonra frikikten bile gol attı. Dünya futbolu açısından kalitesi tartışılabilir, hiçbir zaman bir Hagi olamayacak olsa da FB tarihinin herhalde en başarılı yabancısı olmuştur artık.Bu sezon Süperlig’in en iyi skor üreten oyuncusu oldu bana göre.

Volkan Şen: Bursa’nın şampiyonluğunda en etkili isimdi. Sezona da iyi başladı. Ama bir süre sonra işi bozdu. Bakalım kendini toparlayacak mı? Yine de 2010 yılına damgasını vurdu.

Emenike: Önce Bankasya’da çok başarılı olup hem kendi adını duyurdu hem Karabük’ü Süperlig’e taşıdı. Şimdi de ilk yarıda 12 gol atarak takımını üst sıralara taşıdı. Bugünlerin en gözde ve en başarılı forveti o.


Ertuğrul Sağlam-Şenol Güneş: İki yerli hoca yıla damgalarını vurdular. Biri futbol tarihimizde yeni bir sayfa açtı. Diğeri neredeyse umutsuz vaka haline gelen Trabzon’u tekrar eski ihtişamlı zamanlarına taşıdı. Hangisini seçsem diğerine haksızlık olacaktı.

Yedekler: Volkan, Giray, Selçuk, Ali Tandoğan, Ozan İpek, Makukula.

Süperlig Yılın En Büyük 10 Hayal Kırıklığı

2010 yılı futbol listelerine devam ediyoruz. Sırada Süperlig’de bu yıl yaşanan en büyük 10 hayal kırıklığı var:

1. Anons Skandalı: Bir Galatasaraylı olarak radyo başında geçirdiğim o iki dakikayı yıllarca unutamayacağım. FB adına ciddi manada bu kadar üzüldüğümü bir kez hatırlıyorum. O da Şampiyonlar Ligi’nde Barcelona maçında elektriklerin gittiği andı. Şimdi de bu ikincisi oldu. Hani ‘düşmanımın başına bile vermesin’ deyimi böyle durumlar için kullanılsa gerek. O anons ve Fenerbahçeli milyonların hayal kırıklığı yılın 1 numarasında.


2. Ankaragücü Yönetimi: Önce Ankaraspor’u harcadılar, şimdi de Ankaragücü’nü. Söyleyecek çok bir şey yok. Vittek, Sapara, Sestak, Zewlakow gibi iyi oyuncuları almalarına rağmen; takımı değil şampiyonluk potası, ilk 10’a bile sokamadılar. Ümit Özat’ın bunda bence neredeyse hiç kabahati yok.

3. Galatasaray Yönetimi: Aslında bu listede açık ara liste başı olmaları lazım. Yeni stadı yapmaları hatırına buraya aldım. Takımın bu halde olmasının baş sorumlusu ne Rijkaard, ne Hagi ve ne de futbolcular. En büyük sorumlu maalesef GS yönetimi. Olmayacak bir şey, biliyorum, ama hepsi pılını pırtısını toplayıp gitmeden yeni GS’nin oluşması çok zor.

4. Milli Takım: Önce Dünya Kupası’na gidemedik. Sonra Hiddink geldi diye sevindik. Ama Almanya ve Azerbaycan maçlarındaki oyun inanılmaz bir hayal kırıklığıydı. Almanya’yı yenmeyi beklemiyordum ama bu kadar eziklik… Birden 20 yıl öncesine geri döndük sanki. Bakalım ne olacak bundan sonrası. Şimdilik çok büyük bir hayal kırıklığı ve çok az umut var.

5. Bursaspor’un Şampiyonlar Ligi Macerası: Bu kadar da olmaz ki kardeşim. Ertuğrul Sağlam’ın ne aı bir kaderi varmış böyle. 2 gol atıp, 16 yediler. 1 puan alabildiler. Tamam, tecrübesizlik ama Valencia’dan da 10 yenilmez ki. Rangers’ı bile yenemediler ne yazık ki.

6. Galatasaray: Söyleyecek bir şey yok. Bir Galatasaraylı olarak taraftarın Pino’yu yıldız oyuncu sanışını ve FB ile 0-0 berabere kalmaya sevinişini herhalde ömrümün sonuna dek anlayamayacağım. 94-95 sezonundan beri futbolu takip ediyorum Galatasaray’ı hiç bu kadar kötü, hiç bu kadar çaresiz ve umutsuz görmemiştim.

7. Eskişehirspor: Futbol kamuoyunun çoğu gibi ben de onlardan Sivas, Bursa, Kayseri tarzı bir şeyler yapmasını bekliyorum son üç yıldır. Ama galiba boşuna bekliyoruz.

8. Yılmaz Vural: Seneye beni asınlar, beni alsınlar diye başladı. İyi ki Hiddink geldi de Vural hücum futbolu prensibini milli takıma uygulayamadı. Geçtiğimiz sezon nasıl düzelttiyse takımı, şimdi de düşürdü. Hücum futbolu prensibinden fark takımına dönüştü Kasımpaşa. Yine de kendisinden ümitliyim.

9. Bursaspor’un transferleri: Nunez, Steinert, Insua, Svensson. Bu dört yeni transfer maalesef elinde patladı Bursa’nın. Bir tek Vederson’da başarı yakaladılar. Neyse ki takım hala sağlam. Volkan ve Ivankov’u da değiştirebilirlerse en az ilk üçte olmaları garanti gibi olacak.

10. Misimoviç-Elano: Almanya Ligi’ne damga vuran, 2009’da Wolfsburg’u şampiyon yapan adam ne ümitlerle geldi, çok şans da buldu ama hiçbir şey yapamadı. Anlamadım gitti. Elano’yu konuşasım bile gelmiyor. Dünya Kupası’ndaki adam nerde bir buçuk yıldır oynayan adam nerde.

20 Aralık 2010

Avrupa'da Yılın 11'i


Adettir, yılsonu gelince herkes çeşitli dallarda yılın en iyilerini seçer. Ben de kendi düşüncelerime göre futboldan böyle bir seçki hazırlayayım dedim. İlki Avrupa futbolunda 2010 senesinin en iyi 11 oyuncusu listesi.

Cesar: Tartışmasız bir şekilde 2010 yılının ve son yılların en iyi kalecisi oldu. Dünya Kupası kaldıran Casillas’tan bile daha iyi işler yaptı bu sene.

Ashley Cole: Defansın solu denilince eskiden hep Roberto Carlos gelirdi. Son yıllarda böyle oyuncu olmadı. Biraz zor olsa da Chelsea’nin başarılı sol bekini seçtim buraya. İngiliz oyuncu takımının şampiyonluğuna çok önemli bir katkı yaptı bu sene ve bana göre yılın en çok ön plana çıkan sol beki oldu.

Maicon: İçimdeki ses hâlâ Dani Alves daha iyi dese de Interle 3 kupa kaldıran sağ bek Maicon 2010 yılının en iyi sağ bek pozisyonu oyuncusu oldu.

Puyol: Onun ilk kez Barcelona forması giydiği günleri hatırlıyorum. Çok genç yaşta formayı giydi ve yaklaşık 10 yıldır hiç kaybetmedi. Günümüz Barcelona efsanesinin temel direklerinden ve İspanya’nın şampiyonluğunda çok katkı sağladı. Almanya’ya attığı yarıfinal golü yıllarca unutulmayacak.

Pique: Günümüzün tartışmasız en iyi savunma oyuncusu bana göre.

Xavi: Messi ve Iniesta ile kurdukları üçlü ileride van Basten-Rijkaard-Gullit üçlüsünü hatırlatmayacak kadar efsanevi olacak. Zaten en iyi üç oyuncu seçildiler. Bu üçlünün beyni diyebileceğimiz Xavi bu sene yine farkını hissettirdi. Büyük maçların hemen hepsine damgasını vurdu. İspanya’nın şampiyon oluşunda en çok katkılardan biri de ondandı.

Iniesta: Herkesin Ronaldinho’ya hayranlık duyduğu günlerde benim en çok sempati duyduğum oyuncu oldu Andres Iniesta. Puyol ve Xavi gibi onun da ilk kez forma giyişini hayal meyal hatırlıyorum. Liseye yeni başlamıştım. Bu da kim şimdi demiştim. Herkes Xavi’ye hayranken üniversiteli arkadaşlarıma hararetli bir şekilde asıl en iyi bu, deyişimi hatırlıyorum bir de. Chelsea’ye o golü de zaten o sezon attı. Bu sene de Dünya Kupası’nı getiren golü atmış oldu. Muhtemelen FIFA, Xavi veya Messi’yi değil onu yılın futbolcusu seçecek.

Ronaldo: Portekiz’in kibir abidesi Ronaldo bu sezon da müthişti. Her hareketinden etrafa yayılan kibrinden dolayı hiçbir zaman ona ısınamayacağım belki de. Ama adam robot gibi. Manchester’dan gelip Real Madrid’de 25 gol attı. Bu sene daha şimdiden 17 attı. Herhalde Messi ile beraber 40 geçecekler bu sene. İnşallah sakatlanmazlar.

Sneijder: Inter ile 3 kupa kaldıran Hollandalı, Dünya Kupası’nda da 5 gol atıp takımını finale taşıdı. Talihsizliği Messi-Iniesta-Xavi üçlüsü ile aynı nesilde olması. Eğer onlar olmasaydı bu sene yaptıklarıyla açık ara dünyada yılın futbolcusu seçilecekti.

Messi: Söyleyecek bir şey yok. Maradona bize keşke İspanya’yı seçseymiş dedirtse de Dünya Kupası dönüşü o çökmek bir yana çok daha iyi döndü. 15 maçta 17 gol atmış ligde. Hem de Villa varken yanında. Nazar değmesin. Böyle bir oyuncuyu izlemek büyük şans. Pele ve Maradona’dan bile daha iyi bence. Üstelik Ronaldinho gibi birkaç yılda sönmedi. Bir de Ronaldo gibi kibirli değil, sempatik. Herkes bunun için seviyor onu biraz da. İkisinin gol attıktan sonraki gol sevinçlerini ve arkadaşlarıyla olan tavırlarını bir izleyin, farkı göreceksiniz.

Forlan: Herşey Galatasaray’a Ali Sami Yen’de o ikinci golü attıktan sonra oldu. Gitti, Athletico Madrid ile UEFA ve Süper Kupa kazandı. Dünya Kupası’nda 5 müthiş gol attı ve kupanın en değerli oyuncusu seçildi. Takımını yarıfinale taşıdı. Drogba ve Milito’nun önünde yılın en iyi forvetiydi.

Jose Mourinho: Bir başka Portekizli kibir abidesi daha. Ama adamı sevmemek başka hakkını vermek başka. Mourinho tartışmasız en iyi teknik direktör şu anda. Ferguson’dan bile daha iyi. Bir de kibirli olmasa bu kadar. Barcelona’yı elemesi onu daha da azdırdı sanki. Son mütevazi cümlesini 2003’te Porto’nun başında Denizlispor’a söylemişti. Daha sonra da oyuncularından başka kimseye alçak gönüllü olmadı. Ama takır takır kupaları almaya devam ediyor.

Yedekler: Casillas, Dani Alves, Cambiasso, Milito, Robben, Drogba.

Okudukça: Son Kuşlar


Sait Faik Abasıyanık’in Son Kuşlar’ını okudum. Balığı sevmeyen, denizin manzarası ve heybeti başta olmak üzere tüm güzelliklerini karşıdan seven biri olan ben; bazen keyifle bazen de zorlanarak içinde sürekli deniz ve balık geçen bir Sait Faik kitabı daha bitirmiş oldum.

Sait Faik Abasıyanık edebiyatımızın hemen hemen en çok tanınan ve en çok sevilen hikâyecisidir. Fakat ne yazık ki ben bir türlü ısınamadım üslubuna. Birkaç kitabını yarıda bırakmıştım geçmişte. Bu sefer tamamlamayı başardım. Ama bu bir ilk değil. Daha önce de Semaver’i ve Mahkeme Kapısı’nı okumuştum. Ancak tabi Son Kuşlar çok farklı. Onun değişik bir biyografisi sanki. Anlattığı hikâyeler hep kendini anlatıyor.

Artık Sait Faik deyince aklıma aylak bir adam geliyor. İşi gücü İstanbul adalarında balıkçıları seyreden, onlarla muhabbet etmeye çalışan, onlarla balık tutan, kahvehanelerde onları dinleyen; balık, deniz, kayık, ada, kuş, balıkçı ve bunlarla ilgili her şeyin, her sözün hastası bir adam. Ve de son derece mütevazı bir insan.

Evet, beni en çok etkileyen yönü de bu tevazusu olmuştu zaten. Bir-iki yıl önce gazetede Sadık Yalsızuçanlar’ın “Bize göre Sait Faik’in değerli oluşu, son derece mütevazı olmasından ötürüdür” mealinde bir yorumunu okumuştum. Sait Faik’e beni bu söz ısındırdı diyebilirim. Üslubundan hala çok hoşanmıyorum. Farklı bir tarzı var. Ama bir iki hikâyesini okuyunca ne kadar mütevazı bir insan olduğunu hissettiriyor size. Ve bir de içindeki insan sevgisini. Bu adam gerçekten insanları saf duygularla seviyor, menfaatsiz. Hayatını okuyun anlayacaksınız ne demek istediğimi.

Sait Faik şiir gibi hikayeler yazmış Son Kuşlar’da.

Sinema: Büyük Adam Küçük Aşk


Zaman zaman gözyaşlarımı tutamadığım bir film oldu. Handan İpekçi’nin yazıp yönettiği film 2001 yılında çekilmişti. 2002’de sansüre uğramış ve o zamanlar çok tartışılmıştı. Liseye başladığım yıllar olduğu için tartışmaları ayrıntılı hatırlamıyorum. Ama tartışmalara ve sansüre rağmen film Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film seçilmişti.

Büyük Adam Küçük Aşk filminin, Kürt sorununa dair izlediğim filmler arasında mesajını en net verenlerden biri olduğunu düşünüyorum. Zaten o yıllara dek, hatta bugüne kadar, Kürt kökenli olmayan sinemacıların yaptığı ve Kemalist zihniyetin Kürt politikasını bu kadar sert eleştirdiği bir film çok az sayıda çekildi. (İki Dil Bir Bavul’a ayrı bir parantez açmak gerekir elbette)

Filmde Şükran Güngör emekli bir yargıcı oynuyor. Rıfat Bey, Kemalist ilkelere sonuna kadar bağlı bir Cumhuriyet eliti. Cumhuriyet Gazetesi okuyor, lüks bir semtte yaşıyor. Eşini yeni kaybetmiş, her sabah spor yapıyor ve kendisiyle yakın özelliklere sahip komşusuyla gönül ilişkisi içinde.

Bir gün karşı daireye polis operasyon düzenliyor. Meğerse orada PKK militanları varmış. Herkes öldürülüyor. Ancak polisten mucizevî bir şekilde kurtulan 3-4 yaşlarındaki Hejar, Rıfat Bey’in dairesine sığınıyor.

Polisin tavırlarından rahatsız olan Rıfat Bey çocuğu saklıyor. Bu noktadan sonra yarım asırdan daha fazla süredir içinde bulunduğu ideoloji ile yüz yüze kalıyor. Zira o ‘Kürt diye bir şey yoktur, onlar dağ Türkleridir. Kara basınca kart kurt diye ses çıkarmış, o yüzden onlara Kürt denilmiş.’ diyen ideolojiyle yönetilen bir devlette yargıçlık yapmıştır uzun yıllar boyu.
Yaşlılığın verdiği merhametle çocuğu birkaç gün tutmak ister. Ancak çocuk hiç Türkçe bilmemektedir. O, devletin uzun yıllar boyu yaptığını şimdi bu çocuğa yapacaktır: “Kürtçe konuşmak yok.” Hizmetçisi Sakine de Kürt’tür ve o da bu korkuyla çocukla uzun süre Kürtçe konuşamayacak, çocuğun adını bile öğrenemeyecektir. Hatta kendi asıl adının Rojbin olduğunu çok sonra söyleyebilecektir Sakine.

Film Cumhuriyet elitlerinin farklılıklara tahammülsüzlüğünü, halka nasıl tepeden ve emredici bir üslupla baktıklarını bir tramvay sahnesiyle çok güzel anlatıyor. Aşağıdaki resim tramvaydan bir kesit. Yoruma gerek yok.

Filmde Cumhuriyetin 75. Yılı teması da birazcık işlenmiş. 28 Şubat’ın hararetli günlerinde kanalları dolaşırken bir yandan ölen teröristler, bir yandan Susurluk görüntüleri, bir yandan dışarıdaki havai fişek gösterileri ve Rıfat Bey’in ağlayışı… Hejar’ın ağlama deyişi…

“-İnsanlar bozuldu.”

“-Ağlama.”

“-İnsanları bozduk.”

“-Ağlama.”

“-Biz bozduk. Dengeyi bozduk. Doğayı bozduk. Her şeyi bozduk.”

“-Ağlama!”

Rıfat Beyin fildişi kule Levent’ten gecekondu mahallesine Hejar’ın akrabalarını bulmak üzere gitmesi ve orada gerçekle yüz yüze kalışı… O tahammül edemediği farklıların da insan olduğunu anlayışı… Ve Hejar’ın dedesinin sözleri… ‘Hâkim’ kelimesinden korkması… Çocuğun İETT görevlisinden üniforma giydiği için korkması… Dedesi Evdo’nun ‘biz arada kalmışız begim.’ deyişi…

“-Gidecek yerimiz kalmamıştır begim. Ne yapak?



“-Biz arada kalmışık begim bi tarafta devlet, bi tarafta gerilla. Ne yapak?”

Aradan 9 yıl geçti. Mesele biraz çözülme yoluna doğru gidiyor sanki artık. Ama her iki tarafın şahinleri karşılıklı atışmaya devam ediyor. Filler tepiniyor ve doğal olarak çimenler eziliyor yine.

Bizim elitlerimiz bakalım ne zaman Rıfat Bey gibi dönüşecek? Karşısındakine empatiyle bakabilmeyi seçecek? Doktorlarımız, doğuya gidince hastalarına Kürtçe hitap edebilecek?

Ben tüm bunların olacağına inanıyorum. Ve bu olduğunda bize Türklüğümüzden hiçbir şey kaybettirmeyecek. İspanyollar, Fransızlar, Finlandiyalılar, İsviçreliler yapıyor da biz mi yapamayacağız? TRT Şeş açıldı, ne kaybettik?

Rojbinleri niye isim değiştirmeye zorluyoruz Sakine olsalar ne değişecek bizim kaprislerimizden başka?

Büyük Adam Küçük Aşk filmi çok güzel bir film.

14 Aralık 2010

Medeniyet Krizi



Türkiye'de dört dörtlük bir yazılı basın varolamadı. Bu ülkenin bir Le Monde'u, bir The Guardian'ı, bir The New York Times'ı olamadı hiçbir zaman. Bunun en temel nedeni, bu ülkede yazılı kültürün olmaması iddiası değil. Bu iddianın iler-tutar tarafı yok. Bunun en temel nedeni, bu ülkenin entelijansiyasının bile farkına varmaktan uzak olduğu her hâlimizden belli olan, esaslı bir medeniyet krizi yaşıyor oluşumuzdur.
Medeniyet krizi, varoluşsal bir buhrandır: Hayatımızın yönünü, istikametini yitirmesi, yersiz-yurtsuzlaşmamız, sanattan düşünceye, gündelik davranış biçimlerinden mimariye, mutfak kültüründen bütün zevklerimize ve beğenilerimize kadar hayatımıza yön veren, hayatımızı anlamlı kılan göstergebilimsel düzenimizin çökmesi, anlam haritalarımızın yerle bir olmasıdır.
Medeniyet krizinin hayatın her alanına sirayet ettiği bir kara parçası her zaman oraya buraya savrulmaktan, özgüvenini yitiren insanlar komedyasının kara mizahlarına, traji-komedilerine tanık olmaktan kurtulamaz. Böyle bir coğrafyanın insanları, kendileri düşünemezler; onların adına başkaları düşünür; kendileri seçemezler, beğenemezler, kölecesine bağlandıkları başka dünyaların insanları, çevreleri beğenilerinin, zevklerinin ve her türlü seçimlerinin câzibe merkezidir.



9 Aralık 2010

Yanlış hesabın faturası

Batı örtbas etmeye çalışadursun, bu krize [2008'de başlayan küresel ekonomik kriz] yol açan önemli sebeplerden biri, ABD'nin Afganistan'ı ve Irak'ı işgal etmiş olmasıdır. 2006 yılında yapılan bir hesaba göre, ABD'nin Irak işgali 2 trilyon dolara mal olacaktı; ABD ve İngiltere'nin Irak petrollerinden elde edeceği gelir de 2 trilyon dolar hesaplanıyordu. Hesap başa baştı; ama bu miktar arttı. Şimdi üç trilyon doları da aştığı öne sürülüyor.
Yani hesap şaşmış, yanlış hesap Bağdat'tan dönmüştür. İlk maliyet hesabına göre düşünecek olsak bile, ABD işgale iki trilyon dolar harcayacak, Irak'tan çaldığı petrollerden elde ettiği gelir de iki trilyon olacaktı. Diyeceksiniz ki, ABD'nin kazancı ne oldu? Bu sizin bu soruyu nereden sorduğunuza bağlıdır. Çünkü işgalin askerî hazırlıklarına ayrılan mali kaynak, ABD halkının cebinden, vergi mükelleflerinden toplanmıştı. Fakat Irak petrollerinden elde edilen milyar dolarlar, petrol şirketlerinin, silah şirketlerinin ve lobilerin cebine girdi. Afganistan'ın işgalinin de başka bir maliyet getirdiğini düşünürsek, bir yönüyle ekonomik krizin sebeplerinden biri haksız yere öldürülen, yurdundan kaçan ve mülteci durumuna düşen milyonlarca mazlum ve mağdurun ahıdır. Bu onların hiç bilmediği ve hesaba katmadığı Adl-ı İlahi'dir.
          [Ali Bulaç, Zaman, 9 Aralık 2010]

8 Aralık 2010

Wikileaks: Bildiğim Herşey Sızıntıdır!

                                                                        (aksiyon dergisinden)
Wikileaks günümüzün en güncel hadisesi. Amerikan diplomatlarının dedikodu ve casusluk çalışmaları da dahil pek çok gizli belgesini ifşa eden, eski hacker Avustralyalı Julian Assange’ın kurduğu ve bu gizli belgeleri yayınladığı sitenin ismi. Wikileaks; “What I Know It Leaks” in kısaltmasıymış. Yani bildiğim her şey sızıntıdır, bildiklerim sızmaya devam edecek gibi bir anlamı var.
Wikileaks hakkında daha şimdiden yüzlerce yorum geçildi basınımızda. Neyin ne olduğu da tam bilinemiyor. Zira 250 bin belgenin birden yayınlanması çok zaman alacak. Temkinli yorumlar yapılması gerektiği açık. Şu ana kadar ortaya çıkan tek gerçek Amerika’nın artık dünyanın süper gücü olmadığının ortaya çıkmasıdır. Bu kadar çok sayıda “top secret” belge nasıl sızdırılır?
Amerika cümle aleme rezil oldu. Bir dış işleri yetkilisi artık Amerikan diplomatlarına gazeteci gibi davranacaklarını söylemiş. Adamlar duydukları her yorumu Beyaz Saray’a yetiştirmişler. Liderler hakkında yaptıkları yorumlar…
Çeşitli pazarlıklar yapıldığı ve bazı belgelerin yayınlanmadığı da söyleniyor. Ama bu bir milattır. Günümüzün bilgi çağında artık hiçbir şey gizli kalmıyor. Aynısı Türkiye’de de son senelerde yaşanmıyor mu zaten? Diplomasinin 11 Eylül’ü olduğu çok açık. Amerika 11 Eylül saldırıları, 2008 ekonomik krizi derken şimdi de bununla vuruldu. Kimisi bu Amerika’nın oyunudur aslında dese de bu belgeler dolayısıyla asıl Amerika’nın çok itibar kaybettiği yadsınamaz.
Wikileaks hakkında TV’de, gazetelerde ve internette o kadar çok yayın var ki artık bunu da kanıksadım. İlk gün nasıl da heyecanlı heyecanlı takip etmiştim. Hemen bıktırdı. Şimdi karikatürler üzerinden takip etmeyi tercih ediyorum.

                                                                    (Zaman ve Yeni Asya)

4 Aralık 2010

Barcelona, tarihin en iyi takımı olabilir mi?


60lı yılların Real Madrid’ini, Benfica’sını; 70lerin Ajax’ını, Hollanda’sını Manchester’ını, Feyenoord’unu, Liverpool’unu, Bayern Münih’ini, Brezilya’sını, Almanya’sını, Arjantin’ini; 80’lerin İtalya’sını, Milan’ını, Arjantin’ini, Fransa’sını, Hollanda’sını görmedim. Pele’yi, Arjantin’i ve Napoli’yi şampiyon yapan Maradona’yı, her biri şu an birer efsane olan Breitner’i, Rumeniegge’yi, Beckenbauer’i, Cruyff’u, Platini’yi, Robson’u, Lineker’i, Zico’yu, van Basten’i, Müller’i, Rossi’yi, Rijkaard’ı sonradan bantlardan gördüm.

90ların Milan’ını, Juventus’unu, Ajax’ını, Almanya’sını, Brezilya’sını, Premier Ligi’ni, onu domine eden Manchester United’i görerek büyüdüm. 90ların sonu 2000lerin başlarındaki Real Madrid’i, Fransa’yı, sonradan parlayan Porto’yu, Valencia’yı, Lyon’u, Milan’ı, Chelsea’yi ve de Inter’i takip ettim. Zidane’ı, Figo’yu, Del Piero’yu, Beckham’ı, Ronaldo’yu izledim. 2006’daki Barcelona da dahil olmak üzere 2008’den sonraki Barcelona gibi bir takımın daha dünyaya ayak bastığına inanmıyorum.

Messi-Iniesta-Xavi gibi bir üçlü futbol tarihinin hiçbir zamanında gelmemiş. Bana kimse 50lerin ve 1970’in Brezilya’sından, Almanya’sından, Hollanda’sından bahsetmesin. Hollanda’nın icadı total futbolu muhteşem bir ideale muhteşem futbolcularla beraber Barcelona taşıdı. Bu sistem/ekol/jenerasyon ne derseniz deyin; 2006’dan günümüze 2 Şampiyonlar Ligi, bir Avrupa ve 1 dünya kupası kaldırdı. Ronaldinho ve Decolu Rijkaard’ın Barcelonası adeta yeni sürümü olan Guardiolalı versiyonuyla zirveye tırmandı.

Artık bu süper üçlünün yanına Pedro, Jeffren, Busquests gibi gençleri çok kolay adapte edebiliyorlar. Messi gibi dünyanın en iyi oyuncusuna sahip olmanın yanında onun tarzına sahip ve ona uygun oynayabilecek o kadar bol oyuncuya sahip ki Barcelona geçen akşam oynanan maçta Barcelona, Real Madrid’i 5-0 ile sahadan siliverdi. Oysa Real herkesi farklı farklı yenip duruyordu. 2009 finalinde de Manchester hiçbir varlık gösterememişti. Son 3 yıldır izlediğimiz Barcelona şüphesiz tarihin en iyi takımı. Ne kadar devam eder bilinmez ama, ileride bugünleri efsane günler olarak adlandıracağız.

Okudukça:Mutlu Olmak İçin Risalelerden Minik bir Reçete


Seyit N. Erkal’ın Nur Derslerine Giriş isimli Risale-i Nur’dan Birinci söz’ün açıklamaya çalıştığı eserini okumaya yavaş da olsa devam ediyorum. Kitaptan daha önce bahsetmiştim. Kitabı okudukça Birinci Söz’ü anlatmanın yanında Risalelerden paralel alıntılar da yaparak etkili anlamayı kolaylaştıran bir yöntem takip ettiğini görmüş oldum.

Bugün okurken Birinci Söz’de geçen “Madem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al..tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın.” cümlesini açıklarken çok ilginç bir alıntı yapıyor:

İnsanın enfüsî dairede, kendi nefsine bakışında sağlıklı olan yaklaşım; “Ben kendime mâlik değilim. Ancak Mâlik’im kâinatın mâlikidir. Fakat kendime mâlik nazarıyle bakıyorum ki, Mâlik-i Hakikî’nin sıfâtını ve sıfatların bir derece mâhiyetini ve hududunu bileyim. Evet mevhum, mütenahî hududum ile Mâlik-i Hakikî’nin sıfatlarının bir cihette namütenahî hududunu bildim.” (Mesnevî-i Nuriye, s.44) tarzında yapacağı, her şeyi Sahib-i Hakikî’sine satmakla neticelenen tefekkürdür.

Zira kâinatı, mutlak kudret ile yaratıp, varlığa çıkaran Ezelî Hâkim’i kim ise, onu mutlak rahmeti ile varlıkta tutan Ebedî Mâlik’i de O’dur. Ve O, kullarının biricik Velî’si ve Halîl’idir. Rabbiyle bu mertebede münasebeti bulunan insanın, iki temel endişesi olan emniyetsizlik (korku) ve mutsuzluk (hüzün) ondan giderilir. [Vurgulamayı ben yaptım]


Yazar risalelerdeki bu açıklamaları şu ayete dayandığını dipnot olarak vermiş: “İyi bilin ki; Allah’ın velileri için (özellikle âhirette) herhangi bir korku söz konusu değildir ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de.” (Yûnus Sûresi, 10/62)