9 Ocak 2011

Sinema: Bal



Yusuf’un hikâyesi hiç böyle anlatılmamıştı. Semih Kaplanoğlu’nun Berlin’de Altın Ayı kazanan Yusuf Üçlemesi’nin son filmi Bal, şu ana kadar hiç izlemediğim tarzda güzel bir sinema keyfi yaşattı bana.

Sinemada iki ana dal var. Bir ticari filmler, iki sanat ağırlıklı ve hâsılat endişesi taşımayan filmler. İkinci grup daha az popüler ve daha dar bir alanda faaliyet gösteriyor. Festivallerle meşhur oluyor. Ülkemizde Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu ve Semih Kaplanoğlu gibi isimler buna öncülük ediyorlar. Özellikle Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da ve Kaplanoğlu’nun Berlinale’deki başarıları son dönemde bu tarz filmlerin sayısının çoğalmasına vesile oldu/olacak. İki Dil Bir Bavul, 11’e 10 Kala, Mommo gibi ikinci grup festivallerden ödüller almış ve yarı belgesel tarzı filmler oldukça revaçta. Bu filmlerin yönetmenlerin ilk filmleri olması bizi geleceğe dair umutlandırıyor.


Son saydığım üç filmi beğenmiştim. Ustaoğlu’nun Pandora’nın Kutusu da güzeldi. Ama Nuri Bilge Ceylan’ın tarzına alışamadım. Uzak’ı iki kez izledim. İklimler ve Üç Maymun’u ise yarıda bıraktım. Semih Kaplanoğlu’nun önce Yumurta’sını sonra da Süt’ünü izlemiştim. Ama Bal bambaşka çıktı. Şu ana kadar bu yazıda adı geçen filmlerin hiçbir kötü değil. Beğenmediklerime ‘ben anlayamıyorum’ deyip saygı duydum lakin hiçbiri Bal ile karşılaştırılamaz bence.

Bir çocuğun gözünden dünyaya baktırıyor yönetmen size ve çok gerçekçi yapıyor. Hiç müzik yok, sanki ben oradayım. Ses muhteşem. Yusuf’u oynayan çocuk muhteşem, hiç yapmacık durmuyor, adeta kendini oynuyor.

Film Yusuf’un rüyasını anlatıyor. Bir rüya görüyor Yusuf. Babası rüyalar herkese anlatılmaz diyor. Fısıltıyla anlatıyor babasına. O rüya gerçek oluyor. Maalesef acı bir rüya ve acı bir gerçek.

Çocuğun okumayı öğrenme serüveni, baba sevgisi, cingözce hareketleri, kıskançlığı ve arkadaş sevgisi çok tatlı bir şekilde anlatılıyor. Babasını kaybettiği bölümde gözyaşlarımı zor tuttum. Neredeyse benzeri bir şeyi ben de yaşadım çünkü. Biraz daha büyük bir yaştı ama aynı duygulardı.

Karadeniz’in yeşillikleri ve arı vızıltıları eşliğinde muhteşem bir film. Bu filme film müziği yapılmamış. Soundtrack albümü var mı bilmiyorum. Muhtemelen yoktur. Varsa sadece arı vızıltıları, orman sesleri ve su çağıltılarından oluşuyor olmalı.

Yönetmen geçen sene TVNET’te katıldığı bir programda amacının seyircide bir vecd hali oluşturmak olduğunu söylemişti. Yaptığı sinemada amacının bir zamanların hayranlık uyaran Osmanlı medeniyet ve sanatının yaptığı gibi bir şeyi yapmak olduğunu söylüyordu. Günümüz Türkiyesinin bunu sinema dilini kullanarak başarabileceğini söylemişti. ‘Düşüne Taşına’ adlı o program hala kanalın arşivinde internetten izlenebilir şekilde mevcut. Engin tasavvuf bilgisiyle kendisine hayran bıraktı beni Kaplanoğlu.

Ve filmin en beğendiğim diyaloğu:

Babası “Biliyor musun, İdris’in kovanlarına dadanan kuyruksuz ayı doğurmuş.” diyor. Ve Yusuf, Anadolu’nun her yanında her Türk çocuğundan duyacağımız şu cevabı tam tonunda veriyor. “Vallaa mı?” Çocukluğumda çok duyduğum bu vallaa mı, o yaştaki her köylü çocuğun şaşırdığında yapıştığı kelimedir. Ve cevap da yetişkinler tarafından aynı tonda verilir: “Valla.”

Bir gün iki saatinizi ayırın ve bu filmi tek başınıza izleyin. Eminim çok beğeneceksiniz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder