26 Ekim 2010

Sinema: Pandoranın Kutusu


Pandoranın Kutusu ilginç bir film. Daha en başından itibaren aklıma şu soru geldi: Biz bu hale nasıl geldik? Bizim insanımız nasıl bu hale geldi?
Orta yaşlarda bunalımın sınırlarında dolaşan üç kardeş var filmin merkezinde. Birinin oğlu okuduğu özel üniversitede derslere girmediği gibi bir de evden kaçmış, uyuşturucuya başlamış, üstelik kocasıyla derin problemleri var; diğeri iş hayatında başarılı olsa da mutluluğa ulaşamamış, sevgilisinden ayrılmak üzere; sonuncusu da elektrik parasını bile ödemekten aciz, serseri ve yalnız bir hayat yaşıyor.
Bir gün memlekette yalnız yaşayan anneleri ortadan kayboluyor ve bu üç kardeş onu bulmak için bir araya geliyor. Ancak bu bir araya geliş filme adını veren Yunan mitolojisindeki ‘Pandora’nın kutusu gibi eski bohçaların açılmasına ve üç kardeşin birbirleri arasındaki ilişkileri tekrar hatırlamalarına yol açıyor. Anneyi bulduklarında yaşlı kadında Alzheimer başlangıcı tespit ediliyor ve kadın artık pek çok günlük ihtiyacını karşılayamaz hale geliyor. Dolayısıyla ona çocukların bakması gerek.
Filmi izlerken aile değerleri üzerine düşünmeden edemedim. Bu şekilde kaç aile var acaba memleketimizde? Bu nasıl bir yozlaşma böyle? Meğersem ben cennetvari bir fanusta yaşıyormuşum deyip Allah’a şükrettim. Tabi daha yaşım kaç, başım kaç..ne imtihanlar gelecek başımıza kim bilir?
Film boyunca güneş hiç açmıyor sanki. Hüzün ve kasvet; yağmur ve sis… Karadeniz’in yağmuru ve sisi… Yönetmen Karadenizli olunca film de Karadeniz’e yoğun iltifatlarla dolu. İstanbul’u da unutmamak gerek. İstanbul’u ve denizi sevdiriyor insana. Filmi izleyen bir yabancı kesinlikle etkilenir, merak eder İstanbul’u.
Tsella Chelton bu yaşta bu performansla filme damgasını vuruyor. Filmin en sorunlu kişiliği olan Murat ise nineyle çok ilginç bir bağ geliştiriyor ve izlerken insanı şaşırtıyor. Geliştirilebilecek çok fazla yönü olsa da son zamanlarda en beğendiğim Türk filmi oldu Pandoranın Kutusu.


1 yorum: